Düştüğün Yerden Kalkacaksın !

DÜŞÜNMEK, DÜŞTÜĞÜN yerin farkına varıp düşmeden önceki yerinin düşünü görmek demektir.

Düştüğün yer burasıdır ve inan düşüş devam ediyor… Sen sadece Adem Babamızın cennetten buraya, alçak ve deni olan bu yere, yani dünyaya düştüğünü sanıyorsan, yanılıyorsun. Biz de düştük, inan… Bu düşüşün acısını böğründe ince bir sızı olarak duymadıkça, çürük bir diş gibi kendini daimi surette hatırlatan geçicilik ağrısını hissetmedikçe düşünmeye başlamayacaksın… Sanma ki düşünmek, sadece belli ilgi ve bilgi sahiplerinin, bunu kendine iş edinen kimi akademisyenlerin ya da ruhundaki marazların dehşetini bir şekilde telafi etmeye çalışan sıkıntılı insanların kendine özgü tatmin çeşididir. Düşünmek, senin vazifendir. Çünkü, buraya düşmüş bulunuyorsun ve inan düşüş devam ediyor.

Yükselişin yine buradan olacak, lakin düşmüş olduğunu fark etmeden bu mümkün olmayacak. Eski kitaplar insanın bu ezeli hikayesine ‘hubut’ diyor, yani bir tür indiriliş, bir tür düşüş. Cennetin asudeliğinden dünyanın kesafetine, karmaşasına, maddiliğine, perdeliliğine düşüş. Aklı kalpten ayırmak suretiyle, kalbin cennetinden, kopuk aklın kıskacına sıkışmak. Ruhun cennetinden, maddi hazların tahrikiyle gövdenin bataklığına saplanmak. Dilin kendi katmanlılığı içinde en üst katmanındaki cennetinden en alt katmanına hapsolacak bir zihinsel inşaya gömülmek.

Sadece somutu algılamak yoluyla soyutun ve eskilerin güzel deyişiyle hüsn-ü mücerredin cennetinden kovuluşâ€¦ Anlamın bir üst katına tırmanabilecekken tembellik, gayretsizlik ya da varolanla iktifa (ki bu bahiste caiz değildir) ile anlamın alt katında kalmanın ziyanı ve düşüklüğü. [b]Şehvet denilen zalimin eline düşmeden önceki sakin zamanların cennetinden, şehvetin ve hiddetin teni kışkırtan zindanına mahkumiyet. İradesizliğin ve sorumlu olmayışın yuvası olan çocukluğun cennetinden ergenliğin sert zeminine iniş.[/b]

[b]Düştüğün yer burası ve yükselişin yine buradan olacak[/b]. Bunun için önce gözündeki perdeleri aralayıp ‘hayret’e uyanmak gerek. Hayret’e uyanmak için önce varlığa, varoluşa, eşyaya, olaylara, hayata, insanlara, ağaca, kuşa, suya, toz tanesine alışıldık bayat gözlerle, bilimin kafanı ve gönlünü buzdolabına koyan dondurucu tanımlarıyla bakmamak gerek. Eskiler buna ‘ülfet ve ünsiyet’ diyorlar dostum. Her şeyi sıradan görmek, bir takım izahların cenderesine sıkıştırmak. Görüntüdeki tekrar eden durumları göre göre, ‘bu zaten böyledir, bu böyle olur’ zevzekliğinin alışkanlığına indirgemek.

Güneşin her sabah doğmak zorunda olduğuna inanmışsın, onu hep doğar halde gördüğün için gözünün hükmünü akli bir hüküm haline getirmiş ve ‘güneş her sabah doğar’ demişsin. Sana göre su yüz derecede kaynar, iki kere iki dört eder, sular buharlaşır yukarıda soğuk hava katmanına denk gelir ve yağmur, kar, dolu olarak aşağı iner. Bunlara gerçekten inanıyor musun? Peki su ne, kar ne, 2 dediğin sayı ne, bunların anlamı ne? Suyu hep su kılan, toprağı hep toprak kılan ne? Doğa kanunları mı diyeceksin? Peki bu kanunları kanun kılan, hep öyle devam ettiren ne?

Korkum, bu türden sorulara sağda solda, ayak altında pek çok yerde rastladığın için bunlara da alışmış olman, bunlara da ülfet kesbetmiş olmandır. Ben bilirim ki, insanda dehşete bile alışmak gibi saklı bir taraf mevcuttur. İnsan her şeye alışabilir, alışmaya bile… Ama cennetce yaşamak, ‘iyi veya kötü alışkanlıklar edinmekten çok, mümkün olduğu kadar az alışkanlık edinmeyi gerektirir.’

Zira insan, dağda sekerek dolaşan hayat dolu ceylanı öldürüp içini külle doldurarak evinin bir köşesinde sergileyerek hava atmayı sever. Böylelikle ceylana sahip olduğunu zanneder. Bu sahte sahip olma hissi, onu her nefeste yeniden yaratılan hayatın karşısında da benzer şekilde konumlandırır. Hayatın kendisindense kavramlarını tercih eder. O kavramları bir kere türetti mi artık işinin bittiğini farzeder ve o kavramları değişmez, sabit addeder. Sonra hayatı ve varlığı bırakır, o kavramlarla felsefe ve bilim yapmaya başlar. Zamanla o kavramları kanunlaştırır ve kutsallaştırırak tartışılmaz kılar. Sanma ki Pascal’ın ‘Filozofların tanrısı değil, peygamberlerin Allah’ı: İbrahim’in Allah’ı, İshak’ın Allah’ı, Yakub’un Allah’ı…’ nidası boşunaydı.

İşte bu yüzden, Muhammed Peygambere ‘Oku’ diyen melek, aslında bir yönüyle, ‘ülfeti kır, hayreti kuşan, düşünerek düştüğün yerden yükselmenin düşünü gör’ demek istememiş midir? Kanımca Peygamberin izinden yürüyen şair de aynı şeyi söyler:

Yüksel ki yerin bu yer değildir

Dünyaya gelmek hüner değildir.

Yusuf Özkan Özburun,Milli Gazete, 11.04.2005

Konular