Harim-i ismetimize saplanan bıçak: Müstehcenlik

Harem: (1) herkese açık olmayan yer, (2) Müslüman evlerinde yabancı erkeklerin giremediği yalnızca kadınlara ait kısım, (3) kadın, eş, (4) saraylarda kadınlara mahsus olan daire.
Harim ise yine yakın anlamları içeriyor: (1) biri için kutsal olan şey, (2) herkesin giremeyeceği yer, (3) herkesin dokunamayacağı şey.
Ve harim-i ismet: (1) namus ocağı, (2) mukaddes ocak, (3) kutsal aile yuvası manasına geliyor.
Değerli okuyucular, yazımıza girizgâhsız “harem” kelimesinin lügat anlamlarını vererek başlamamız boşuna değil. Ecdadımız aile yuvasının mahremiyetini, kutsiyetini, dokunulmazlığını, hususîliğini işte şu bir tek kelime ile ifade etmiş ve asırlar boyu da bu şekilde kullanmış. Beyler hanımlarına “haremim” demiş meselâ, yani “eşim, sırdaşım, namahremden gizlediğim, kem gözlerden koruduğum.”
Malûmdur ki, dile yerleşen kelimeler ait olduğu medeniyetin değer yargılarını yansıtır. İşte “harem” kelimesi de mahremiyete riayet etmedeki titizliğin hem dile yansımış, hem taşa kazınmış simgesidir. Fakat ne kadar hazindir ki, Osmanlı padişahlarını karalamak isteyenler işe ilk önce “harem-i hümayun”dan başlamış ve burayı onların zevk ve eğlence içinde yüzdükleri sefahat bataklığı şeklinde lânse etmeye çalışmışlardır.
Bugün, müstehcenlik oklarıyla hem dimağlarımız, hem de aile mahremiyetimiz nasıl paramparça edilmek isteniyorsa, düne yönelik olarak Osmanlı haremine uzatılan dil de bundan çok farklı değildir. Osmanlı Harem Teşkilâtına ait müstehcen muhtevalı yayın ve tasvirler, daha haremin kapısına bile ulaşamamış bazı Batılı seyyah ve yazarların hayal ürünleridir. Fakat bu minval üzerine çekilen filmler, oynanan tiyatro gösterileri, yazılan romanlar, çizilen tablolar şaşılacak derecede ilgi uyandırır. Bu ilgi olsa olsa gizli olanı ifşa etme arzusundan kaynaklanan arsız bir iştahın tezahürüdür. Maksat zaten gerçeği gözler önüne sermek değil, zihinleri bulandırmaktır ve maalesef bir hayli de başarılı olunmuştur.
Hakikat arayıcıları için bu mesnetsiz ve tahripkâr yayınların tek iyi yanı(!) gerçeğin böyle olmadığına, olamayacağına dair vicdanî bir kanaat uyandırması ve tarihin bunca haksız ithamlara maruz kalmış bir kurumunun tarihteki asıl hüviyetiyle bilinmesi için gayrete getirmesidir.
“İnsan bilmediğinin düşmanıdır” derler. Tarihî olayları bugünün değil kendi döneminin değer yargılarıyla değerlendirmek gerekliliği tarih ilminin temel şartlarından biridir. Harem-i hümayun için koparılan bunca yaygara da işte bu bilinmezlikten kaynaklanır. “Harem”deki cariyeler ve onların padişah ile olan münasebetleri tarihteki konumuyla bilinmez. İçoğlanı, haremağası, kızlar ağası tabir edilen saray mensupları ise sırf bu isimlere sahip oldukları için türlü sapıklıkların faili gibi gösterilir.
Amerikalı araştırmacı Leslie Pierce, “Biz Batılılar, İslâm toplumunda cinselliği saplantı haline getirmek gibi eski, ama güçlü bir geleneğin mirasçılarıyız. Harem, Müslüman cinsel duyarlılığı üzerine kurulu Batı efsanelerinin kuşkusuz en yaygın simgesidir” itirafında bulunuyor ve burasının padişahın kalabalık ailesiyle beraber yaşadığı ev olarak niteliyor.
Harem, padişah, annesi, hanımı veya hanımları, hasekiler, şehzadeler padişah kızları ve hizmetkârlardan (ustalar, kalfalar, cariyeler) oluşan bir evdir. Fakat fonksiyonu bu kadar basit de değildir. Devletin bütün kurumlarında olduğu gibi burada da asırlardan beri gelenekleşmiş bir teşkilâtlanma ve hiyerarşi söz konusudur ve nasıl devletin birinci derecede sorumlusu padişah ise, haremin tek yetkili ismi padişah annesi olan “valide sultan”dır.
Enderun bölümü devletin dört bir yanından gelen gençlerinin yetiştirilip en üst düzeyde devlet görevlerinde bulunmalarına imkân veren bir akademi fonksiyonunu icra ettiği gibi, harem de terbiye, nezaket, incelik zarafet gibi kaidelerin imbiklerden süzülürcesine uygulandığı bir terbiye mektebidir. Bugün hâlâ öve öve bitirilemeyen İngiliz saray teşrifatının çok fevkinde bir sistemdir. Çünkü orada zaten soyluluğa dayalı bir yükselme söz konusudur. Osmanlı sarayından “first lady” (hanım sultan, yani padişah eşi) makamına çıkmış olanlar ise küçüklüğünde saraya getirilmiş ya bir Çerkez kızıdır ya da bir Gürcü veya Ukraynalı.
Peki, o halde nedir bu cariyelik? Ve padişahlar Türk kızları dururken neden cariyelerle evlenmiştir?
Savaş sonu esir düşme ya da satın alınma yoluyla elde edilen köledir cariye. Sadece sarayda değil, hemen her Türk evinde bulunur. Ailenin gelir seviyesine göre sayıları artış gösterir ve sanıldığı gibi erkeğin değil, evin hanımının hizmetkârıdırlar. O evde belli bir süre hizmet görmesine karşılık Türk âdetlerine göre çok iyi bir şekilde yetiştirilip, gelinlik çağına gelince de çeyizi çimeniyle en güzel bir şekilde evlendirilir. Bunu her Müslüman aile kendine dinî bir vecibe sayar, bir hayır işi görür. Evlenen bu kızlar çocuklarına baba evi olarak burayı benimsetirler; aralarındaki gönül bağı hiçbir zaman kopmaz. Minnet borcu ödenmez, klâsik Türk romanlarına bakınız: Evin hizmetkârı olan kızlar aslında hep bu cariyelerdir. Ama öylesine aile fertlerinden biri olarak benimsenirler ki, evin çocukları için gerçek birer abladırlar. Yaşlıysalar dadıdırlar. (Ömer Seyfettin’in “Kaşağı” hikâyesindeki Pervin’i hatırlayınız.)
Kırım Harbi sonrası (1856) Fransız elçisinin misafiri olan Durand de Fontmange bu gerçeği şu ifadelerle dile getiriyor: “Haremin hizmetinde bulunanlara köle denmesi sizi şaşırtmasın; Türkiye’de köle kelimesinin manası bizdekinden çok farklı. Bu insanlar öylesine hoş tutuluyor ve öylesine az iş yapıyorlar ki, gören onları ailenin bir ferdi sanıyor. Bu cariyeler hanımlarının etrafında küçük bir topluluk teşkil ediyor. Onunla birlikte gezmeye çıkıyorlar. Kısacası bu ülkede kölelik genç kızların küçük yaşta aileye alınıp yetiştirilmesi, büyüyünce de aile içinde ya da dışında evlendirilmesi manasını taşıyor.
Osmanlı padişahları başlangıçta Bizans, Balkan prensesleri veya Anadolu beyliklerinin kızlarıyla evlenmeyi tercih ederlerdi ki, evlilik yoluyla kurulan akrabalık bağlarından ötürü siyasî rekabet ve husumet ortadan kalksın ve devletin sınırları korunsun. Zamanla devlet güçlenip beylikler ve adı geçen devletler zaten Osmanlı egemenliğine girdiği için bu usul de doğal olarak ortadan kalktı. Fatih ve 2. Bayezid devrinden itibaren cariyelerle evlenme geleneği başladı. Padişahların Türk kızlarıyla evlenmek yerine köle statüsünde olan cariyeleri tercih etmesinin sebebi de yine hanedanın korunması amacına matuftu. Türk ailelerinin akrabalık yoluyla saraya nüfuz etmesinden, hanedanda hak iddia edilmesinden ve dahası sarayın içişlerine müdahale edilip otorite zafiyetine meydan verilmesinden çekiniliyordu. Cariye ile evlilik işte bütün bu mahzurları ortadan kaldırıyordu. Bu usule muhalefet edip iki evliliğini de saray dışından yapan padişah 2. Osman’dır (Genç Osman). Çünkü bu usul zamanla sarayın halktan uzaklaşıp içe kapanmasını netice verecektir.
Padişahlar cariyelerle evlenmişlerdir, bu doğru, ama saraydaki her cariyenin padişahla zevciyet muamelesine girdiğini düşünmek bile muhaldir. Bunu biz değil, 1960’lı yıllarda haremin restorasyonunda görev alan Fransız tarihçi Robert Anhegger ile evli olan Mualla Anhegger söylüyor: “Harem padişahın dilediği kadınla beraber olmak için düzenlenmiş bir kurum değil, mimarisi bile buna göre düzenlenmemiş. Padişahların cariyeleri görebilmesi ve aralarından birini seçebilmesi mümkün değil, kapılar, daireler, geçişler buna göre planlanmamış. Cariyeler 25 kişilik koğuşlarda yatıyor, üst katta yatan kalfaların sıkı denetimi söz konusu. Padişahın annesi kendi bölümünde, padişahın kadınları kendi bölümlerinde, padişah ise kendi dairesinde… Padişahın kadınını ancak annesi valide sultan seçip oğluna sunabilir. Padişahın kalkıp cariyeler bölümüne geçebilmesi için kuş olup uçması lâzım. Harem bir üniversite gibi düşünülmüş, cariyeler ise öğrenci. Zaten cariyelerin yaşadığı bölümde ‘Allah’ım, bize de hayırlı kapılar aç!’ yazıyor ve bu yazı doğrultusunda çoğu padişah tarafından çeyizleri verilip evlendirilmiş. Çünkü cariye köle değil, cinsel köle hiç değil, bence doğru deyim cariyenin ‘padişahın evlâtlığı’ olduğudur.” Ayrıca haremin askerî bir teşkilât gibi sıkı bir disiplinle idare edildiğini ve bu kapalılığın gezinti ve göç (meselâ yazlık saraya geçiş) durumlarında bile tavizsiz uygulandığını belirtiyor.
Harem, adı üstünde, mahremiyetin simgesi demiştik. Yine bir Batılı yazar D’ohsonn (1790) Osmanlı İmparatorluğu adlı eserinin harem-i hümayunla ilgili bölümünde, “Doktorlardan başka hiçbir erkek hareme ayak basamaz. Onlar bile padişahın özel izniyle ve harem ağalarının eşliğinde girerler. Hasta kadın ve çevresindekiler uzun şallara bürünürler. Doktor nabzına bakmak isterse hastanın bileği bir tülle örtülür, dilini ve gözlerini görmek istiyorsa yüzün kalan kısımları tamamıyla örtük olmak şartıyla gösterebilir. Kızlar ağası (harem-i hümayun muhafızı) bile haremdeki kadınlardan birine dikkatlice bakamaz” ifadeleriyle bu sakınma halinin titizliğini dile getiriyor.
Her konuda edebe riayetkâr olmayı şiar edinmiş bu medeniyetin insanı ister padişah olsun, isterse sıradan bir aile reisi hiç fark etmez, şahsî hayatının izin verdiği serbestiyette bile bu hasletten taviz vermediğini bu sayfalarda ne kadar örneklendirsek de bitiremeyiz. “Konakların hepsinde bir harem dairesi ve cariyeler var. Ancak bu cariyeler evin hanımına ait hizmetçiler. Evin erkeği ömrü boyunca bunları yolda görse tanımaz, ne kadar garip değil mi?” diye soruyor Lady Montaque (İngiliz elçisinin hanımı). Bugün şirketler zincirine sahip bir patronun veya yöneticinin emri altında çalışan kadın hizmetliyi tanımaması gibi bir örneklendirmeyle ancak bu işi bir derece kavrayabiliriz değerli okuyucular.
Yine Durand de Fontmange: “Şarklının özel hayatına girmek imkânsız. Bir Türke karısını, annesini ya da kız kardeşini sormayı kimse aklından bile geçirmez. Konuşma sırasında ancak şöyle denebilir: ‘Hareminizin sıhhatte olduğunu ümit ederim.’ Sefarete gelen paşalara biz böyle söyleyince, ‘Hamdolsun çocuklar iyi’ diye cevap veriyorlardı” diyerek eşiyle ilgili uluorta konuşmaktan sakınan bir inceliği nazara veriyor.
Tarihî gerçeklere magazin mantığıyla yaklaşmak yerine, yaşanan her şeyi o devrin anlayışı kabul ederek ona göre tahlil etmek gerekiyor. Cariyeleri dillerine dolayanlar madalyonun diğer yüzüne hiç bakmıyorlar nedense. O da şu ki, padişah kızları ve kız kardeşleri de aslen devşirme (köle statüsünde) olup zekâ ve kabiliyetlerine göre yükselen vezir-i azam veya vezirlerle evlendiriliyorlar. Kanunî’nin kızı Mihrimah Sultanla evli olan Rüstem Paşa veya 2. Selim’in kızı İsmihan Sultanla evli olan Sokullu Mehmed Paşa gibi. Burada durup düşünmek lâzım; kölelik ve cariyelik müessesini yerden yere vurmak mı lâzım, yoksa çağdaşı devletlerde, bırakın köle olanları, hür vatandaşlarını bile çeşitli sınıf farklarıyla inim inim inletip insanlık onuru ayaklar altında çiğnenirken, tebası olan bir erkek köleyi devletin başbakanlık gibi bir makamına oturtan, hanedana birinci dereceden akraba eden, kadın köleden ise Pertevniyal, Bezmiâlem, Hatice Tarhan, Kösem, Hürrem sultanlar çıkarıp devirlerinin en etkili isimlerinden biri haline getiren ve yaptırdıkları hayır kurumlarıyla kıyamete kadar isimlerini yâd edilmesine fırsat veren bir medeniyeti alkışlamak mı?
Takdir size kalmış.
Biz anlamakta ne kadar zorlansak da, işte bu sırdan ötürü Osmanlıya köle olmak, kendi memleketlerinde hür olmaktan üstün tutulmuş ve hatta o kadar ki, bazı Çerkez anneler kızlarını Osmanlı sarayında ihtişam içinde olmalarını terennüm eden ninnilerle büyütürler imiş.

Dipnotlar:
1. Osmanlıda Harem: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz.
2. Kırım Harbi Sonrasında İstanbul: Durand de Fontmange.

Zeynep Çakır, Bizim Aile....

Konular