Osmanlı evi, Osmanlı insanı ...

[center][b][color=black]Araştırmalara göre, her yedi kişiden biri depresyon, ya da panik atak hastası...

Gençler arasında yorgunluk ve umutsuzluk hâd safhada; kimse geleceğinden emin değil...

Yani toplumun genç ve yaşlı nüfusuna genel bir bıkkınlık hâkim!

Genelde umutsuzluk inançsızlığın çocuğudur. Bizim toplumun büyük çoğunluğu elhamdülillah Müslüman! Buna rağmen nedir bu bıkkınlık, küskünlük, umutsuzluk ve teslimiyet?

Cevabı bulmak için geçmişimize bakmak gerekiyor. Zira bugün olup bitenlerin kökeni geçmiştedir. Zaten bu yüzden tarih bir “mihenk taşı” işlevi görür.

Uzmanlara göre, insan karakterini şekillendiren birkaç unsur var: Bunlardan birincisi aile, ikincisi eğitim, üçüncüsü çevre, dördüncüsü muhit ve mekândır.

Diğerleri bir yana, sadece şu “Osmanlı evi”ni ve “Osmanlı mahallesi”ni bir ölçüde hayata geçirebilsek, eminim çok şey değişecek.
Çünkü hayat mekâna ve muhite göre şekillenir.

Eskiden “mahalle” dediğimiz sistemli muhitlerde ahşap, ferah, büyük, aileye mahsus, yüksek tavanlı evlerde otururduk. Mahalle, “imam”ın başkanlığında oluşturulan “ak saçlılar” (birikimli yaşlılar) tarafından denetlenir, sorunlar çıkar çıkmaz çözülür, komşular bir birlerine güvenirdi.

Evler kıbleye dönük inşa edilirdi. Osmanlı insanının çoğunun “kıble yürekli” olmasının hikmeti, belki de evlerini kıbleye dönük inşa etmeleriydi.
Cephesi kıbleye dönük evlerde yaşayanların yürek pusulaları da kıbleyi gösterirdi.

Ortada mahalle mescidi, mescidin aynında bir eğitim kurumu (eğitimsiz Müslümanlığın yarım kalacağı inancından beslenen bu kurumlar mahallenin olmazsa olmaz varlıklarıydı), mahallelinin uğrayıp dertleşeceği bir “muhabbethâne” (sohbet evi) ve bunların çevresine dizilmiş cumbalı, bahçeli ahşap evler...

Osmanlı evlerinin giriş kapıları bile Osmanlı’nın başkalarını düşünen ve tanısın tanımasın, dara düşen herkese yardım ulaştırmayı amaçlayan “infak=paylaşma, bölüşme” ahlâkının bir yansımasıydı... “Yardım” aşkıyla, giriş kapısının üstünü geniş bir örtü koyarlardı...

Bu tam anlamıyla “yardım aşkına” yapılan bir uygulamaydı: Çünkü bu örtüden ev sahiplerinden çok, yağmurdan ve güneşten korunmak isteyen yorgun insanlar yararlanırlardı.

Caddeden gelip geçenler bu örtü altına sığınıp doludizgin yağmurdan, ya da yakıcı güneşten korunurlar, sonra da ev sahiplerine dualar ederek giderlerdi...

Bazen ev sahipleri, kendi saçak altlarına sığınanları “Tanrı misafiri” sayar, içeri buyur eder, karnını da doyurduktan sonra salardı.
Tek cümle ile Osmanlı’da hayat “muavenet”ti (yardımlaşma).

Yaralı göçmen kuşlara evlerinin saçak altında “kuş evi” yapmayı akıl eden yardım ahlâkı, elbette hayatın özü ve özeti olan insana karşı böylesine mehabetli, aşk yüklü, sevda dolu bir yaklaşım sergileyecekti...

Osmanlı kapılarının tokmakları bile başlı başına bir kültürdür ve Osmanlı insanının sosyal hayata bakışının bir simgesidir...

Osmanlı insanı hayata “helâl” ve “haram” perspektifinden bakardı. Kapı tokmakları bile bu hassasiyeti yansıtırdı. İç içe, ya da üst üste bindirilen tokmaklardan biri kalın, diğeri ince ses çıkarırdı. Erkek konuklar kalın ses çıkaran kapı tokmağını, kadın konuklar ise ince seslisini kullanırlar, böylece ev sahipleri kapıdaki misafirin kimliği hakkında bilgi sahibi olur, ona göre karşılarlardı.

Dış kapı dış avluya, iç kapı iç avluya açılırdı. Avlular çocuklarla kadınların “özgürlük alanı”nı oluştururdu.

Çocuklar avlularda hoplayıp zıplayarak enerji tüketirken, (çocukların özgür ruhlu yetişmelerinde acaba bu avluların rolü ne kadardır?) kadınlar güller, çiçekler ve meyve ağaçları arasında dolma doldurur, sarma sarar, sohbet eder, onlar da kendi açılarından hayatın stresinden arınırlardı.

Bazı avluların bir kenarında pekmez yapılan şıra hane, kilim, bez dokuma atölyeleri yer alırdı. Başka bir köşede ocak, çamaşır taşı, dibek taşı, fırın, çeşme veya kuyu vardı.

Avlu yeteri kadar genişse bir köşesi sebze bahçesine dönüştürülür, ailenin sebze ve meyve ihtiyacı karşılanırdı.

Genişçe bahçeleri olan aileler ürettikleri sebze ve meyveleri komşularıyla da paylaşır, bir kısmı da muhtaçlara ulaştırılırdı.

1835'te İstanbul'a gelen Miss Julia Pardoe, Osmanlı evlerinin avluları için, “Keşke Shakespeare, Romeo ve Juliet'in bahçe sahnesini yazmadan önce buraları görmüş olsaydı” demişti.

Osmanlı avluları o derece etkileyiciydi. Kadınların günlerinin neredeyse tamamı avlularda geçerdi. Ekmek yaparlar, hamur açarlar, sebze yetiştirirler, artan zamanlarında ise komşularla buluşup hem el işi yapar, hem de konuşup rahatlarlardı.

Bu bir yürek paylaşımıydı. Bu yüzden Osmanlı kadınında depresyon ve panik atak gibi sinir hastalıklarına çok az rastlanırdı.

Uzun zamandır Avrupa’dan ithal edilen üst üste bindirilmiş beton “site”lerde, şaşkınlaşmışlığımızı ve yalnızlığımızı yaşıyoruz...

Belki de bu yüzden sinir hastalıkları yakamızı bırakmıyor.

Yavuz Bahadıroğlu[/color][/b][/center]

Konular