Kuranda irade,şey ve fıtrat

KUR’AN’DA İRADE, ŞEY VE FITRAT

Şey (شَيْء), kader ve irade; birbirleriyle ilişkisi olan kelimelerdir. Şey varlık; kader varlıktaki ölçü, irade de bir şeyi var etme isteği veya kararıdır. Fıtrat ise varlıkların yapısını oluşturan, geliştiren ve değiştiren kanunlar bütünüdür.

Şey (شَيْء) hem mastar hem isimdir. Mastar, kelimenin türetildiği kaynaktır. “Şey”den mimli mastar olarak (مشيئة) meşîet türetilmiştir. Bu kelime Kur’ân’da yoktur. Bazı zayıf hadislerde ve bir kısım edebi eserlerde az da olsa rastlanabilir. Arapların pek bilmediği meşîete, sonraları bir delile dayanmadan irade anlamı verilmiş, bu anlam Kur’ân’da çokça yer alan şâe (شاء) fiiline taşınmış ve daha sonra da şöyle bir kural oluşturulmuştur:

لا فرق بين المشيئة و الإرادة عند أهل السنة

“Ehl-i Sünnet’e göre meşîet ile irade arasında fark yoktur[1].”

Hâlbuki şâe (شاء) de tıpkı meşîet (مشيئة) gibi şey (شَيْء)’den türemiştir. Dolayısıyla ona, şey (شَيْء)’in anlamından farklı anlam yüklenemez. Ama olan olmuş ve şâe (شاء)’nin anlamı değiştirilmiştir. Bu da Müslümanların şeyi (çoğulu eşya) doğru anlamalarını engellemiş, İslâmî ilimleri hayattan yani fıtrattan koparmış ve kaderciliği bir inanç esası haline getirmiştir. Bu sebeple konu, son derece önemlidir.



A.İRÂDE

İrâde, ravd (رود) kökünden, bir noktadan bir hedefe gidip gelme anlamındadır. Bu, konaklamak ve otlak yeri aramak için gidip gelen kişinin yani râid’in, yaptığı iştir. Râid gider, dolaşır ve en iyi yeri tercih eder. بَعَثْنا رائداً يرود لنا الكَلأَ والمنزِلَ = Râid gönderdik, bize otlak ve konaklama yeri arayacak; denir[2].

İrâde (إرادة), ravd (رود)’in if’âl babına nakli ile oluşmuş, lazım iken müteaddiye dönüşmüş, ravd (رود)’ın faili, iradenin mefulü olmuştur. Yani irâde, râidi göndermektir.

İnsanın içinde, râid gibi gidip gelen, istek ve kararlarını oluşturan bir yetenek vardır. İrâde, o yeteneği harekete geçirmektir; istek ile başlar, bir karar veya kararsızlıkla biter. Bu sebeple irade ikiye ayrılır; birincisi istek, ikincisi kararlılıktır.

Şu âyet, hem Allah’ın, hem insanların istek anlamındaki iradesini gösterir.

وَاللّهُ يُرِيدُ أَن يَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَيُرِيدُ الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الشَّهَوَاتِ أَن تَمِيلُواْ مَيْلاً عَظِيمًا

Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister; arzularının peşine takılanlar da büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler. (Nisa 4/27)

Allah’ın istek anlamındaki iradesi yerine gelmeyebilir. Ama karar anlamındaki iradesi kesin olarak yerine gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

إِنَّ رَبَّكَ فَعَّالٌ لِّمَا يُرِيدُ {107}

Senin rabbin irade ettiği şeyi yapar. (Hûd 11/107)

Bu ayetteki iradenin Allah’ın kararı anlamında olduğunu şu ayet de gösterir:

وَإِذَا قَضَى أَمْراً فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ

Allah bir işe karar verdi mi, ona sadece “ol!” der, o da oluşur. (Bakara 2/117)

İnsanın kararlılığı anlamını taşıyan iradeye şu ayet örnektir.

وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ أَوْلاَدَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ أَرَادَ أَن يُتِمَّ الرَّضَاعَةَ

Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Bu, emzirmeyi tamamlama kararında olanlar içindir. (Bakara 2/233)

İnsan, verdiği kararı ancak Allah’ın desteği ile uygular. Mesela çocuğu emzirmek için Allah’ın vereceği imkânlara sahip olmak gerekir. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle buyurur:

فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

Bir şeye karar verdin mi Allah’a dayan. Allah kendine dayananları sever. (Al-i İmran 3/159)

İrade ayrı, irade edilen şey ayrıdır.



B. ŞEY (شيئ)

Kur’ân’da şey (شيئ); kendi veya kaderi oluşturulmuş varlık anlamına gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئاً أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

“Bir şeyi irade ettiğinde yaptığı, sadece ona “ol” demektir; sonra o şey oluşur.” (Yasin 36/82)

Ayetteki شَيْئاً (= şey’en) mastar, ondaki tenvîn ise muzafun ileyhten ıvazdır. Yani شيْئَ شَيئٍْ iken muzafun ileyh olan şey شيئ kaldırılmış yerine tenvîn konmuştur. Kaldırılan شيئ isimdir ve mastar olan شيئ’in mef’ûlüdür. Ayetteki كُنْ tam fiildir[3] ve faili, şey (شيئ)dir. Şey (شيئ)’in kendisi henüz oluşmamış olsa da ölçüsü yani kaderi oluştuğu için emre muhatap kılınmıştır.

Her şey (شيئ) bir kadere yani bir ölçüye göre oluşur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

قَدْ جَعَلَ اللَّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا

“Allah her şey için bir kadr (ölçü) koymuştur.” (Talak 65/3)

Ayetteki كُنْ emrinin cevabı olan فَيَكُونُ (fetekûnu) da tam fiildir. Bu sebeple âyetin (إِذَا أَرَادَ شَيْئاً) bölümüne; إحداث شيء و تكوينه إِذَا أَرَادَ = bir şeyi var etmek ve oluşturmak istediği zaman[4]’. anlamı verilmiştir. Çünkü tam fiil olan كُنْ = kün’ün anlamı, kevvin كوِّنْ = oluşmaya başla!” veya “uhdus أحدث = varlık sahnesine çık” şeklindedir. Buradan hareketle mastar olan شيئ’in, ihdas (إحداث) ve tekvîn (تكوين) anlamında olduğu ortaya çıkar. İhdas, yokken var etmek, tekvîn ise oluşturmaktır. Bize göre tekvîn kelimesi daha uygundur

Henüz kaderi dahi oluşmamış olana şey denmez. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

أَوَلَا يَذْكُرُ الْإِنسَانُ أَنَّا خَلَقْنَاهُ مِن قَبْلُ وَلَمْ يَكُ شَيْئًا

İnsan bilmez mi, daha önce hiçbir şey değilken onu biz yarattık. (Meryem 19/67)

هَلْ أَتَى عَلَى الْإِنسَانِ حِينٌ مِّنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُن شَيْئًا مَّذْكُورًا

İnsan, mezkûr bir şey oluncaya kadar çok zaman geçmiştir. (İnsan 76/1)

Mezkûr; zikrolunmuş, zikre konu anlamındadır. Zikir, kullanıma hazır, doğru bilgidir[5]. “İnsan, mezkûr bir şey oluncaya kadar…” sözü; “o kişiyle ilgili bilgi üretilinceye kadar” demek olur. Bu bilgi onun ölçüsü yani kaderidir.

Şey (شَيْء) mastarından (شاء) fiili türetilmiştir. Aslı (شَيَأَ)dir. Yâ (ي)’dan önce fetha olduğu için yâ elife dönüşmüş ve (شاء) olmuştur. Mastar ile fiil arasında anlam farkı olmaz; tek fark fiilin bir zaman dilimi içinde olmasıdır. Bu sebeple (شَاء) “şeyi oluşturdu” demektir. Şey mastarının anlamı (تكوين) tekvîn olduğu için şâe (شاء)’nin anlamı da “(كوَّن) kevvene =oluşturdu” olur.

Ölçüleri yani kaderi belirlenmiş ama henüz yaratılmamış olana da şey (شَيْء) dendiğine göre (شاء) fiilinin fiilinin mef’ûlü oluşmamış şey ise anlamı “şeyin ölçüsünü oluşturdu = كوَّنَ قَدَرَ الشيئ” ; oluşmuş şey ise anlamı, “şeyi oluşturdu = كوَّنَ الشيئَ” olur. Bir de şâe (شاء) fiili daima müteaddîdir[6]. Oluşturulan şey cümlenin akışından anlaşıldığı için çoğu zaman söylenmez yani mef’ûlü hazfedilir.

Her şey, Allah’ın koyduğu kanunlara göre oluşur. Bu, dünya işleri gibi din işleri için de geçerlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

مَّن كَانَ يُرِيدُ الْعَاجِلَةَ عَجَّلْنَا لَهُ فِيهَا مَا نَشَاء لِمَن نُّرِيدُ ثُمَّ جَعَلْنَا لَهُ جَهَنَّمَ يَصْلاهَا مَذْمُومًا مَّدْحُورًا .وَمَنْ أَرَادَ الآخِرَةَ وَسَعَى لَهَا سَعْيَهَا وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَأُولَئِكَ كَانَ سَعْيُهُم مَّشْكُورًا. كلاًّ نُّمِدُّ هَـؤُلاء وَهَـؤُلاء مِنْ عَطَاء رَبِّكَ وَمَا كَانَ عَطَاء رَبِّكَ مَحْظُورًا

“Kim hemen olanı isterse orada, onun için oluşturacağımız kadarını istediğimiz kişiye verir, sonra cehennemi onun yeri yaparız; yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. Kim de ilerisini (Ahireti) ister ve onun için gereken çabayı inanarak gösterirse bunların çabaları teşekkürle karşılanır.” (İsrâ 17/18-19)

Bu ayetlere göre beşeri fiiller bir çabayla oluşur. Öyleyse faili insan olan şâe (شاء)’ye (كوَّن) anlamı verilebileceği gibi (سَعَى لَهَ سَعْيَهَ) “oluşum için gerekli çabayı gösterdi” anlamı da verilebilir.

Şu âyetler, (شاء)’nin bütün anlamlarını göstermesi bakımından önemildir:

إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِّلْعَالَمِينَ . لِمَن شَاء مِنكُمْ أَن يَسْتَقِيمَ . وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ

“O (Kur’ân) başka değil, âlemler için bir zikir, doğru bilgidir. İçinizden doğruluğu ölçü alanlar için. Siz bir şey oluşturamazsınız; varlıkların sahibi Allah’ın oluşturduğu ölçüye göre olursa başka.” (Tekvîr 81/25-29)

Şimdi âyetlere neden bu anlamın verildiğine bakalım:

لِمَن شَاء مِنكُمْ أَن يَسْتَقِيمَ ayetinde شَاء’nin mef’ûlü يَسْتَقِيمَ أَن ifadesidir. شَاء’ye كوَّن anlamı verince âyetin tefsiri şöyle olur.

لِمَن شَاء أي كوَّن منكُمْ أَن يَسْتَقِيمَ أي قدر الإستقامة

İçinizden doğruluğu ölçü alanlar için.

وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ

Bu bir istisna cümlesidir. وَمَا تَشَاؤُونَ ile başlayan olumsuz anlam, إِلَّا ile olumluya çevrilmiş ve mef’uller hazfedilmiştir. Mef’ulleri yerlerine koyarsak âyet şöyle olur:

وَمَا تَشَاؤُونَ أي وَمَا تكوَّنون الشيء إِلَّا أن يَشَاء اللَّهُ أي الا بقدر قد كونه الله رَبُّ الْعَالَمِينَ له

Bu âyetin anlamını şöyle de ifade edebiliriz:

Siz varlıkların sahibi Allah’ın koyduğu ölçüye uymazsanız doğruluğu oluşturamazsınız.

Ayetlere göre şey (شَيْء), yedi safhada oluşur. Birincisi irâde, ikincisi kaderin tekvîni (تكوين قدر الشيئ), üçüncüsü ilham, dördüncüsü onay, beşincisi kayda geçme, altıncısı şeyin tekvîni (تكوين الشيئ) yedincisi o şeye güç verme yani takdîr safhasıdır.


1.İrâde

Buradaki irâde, bir şeyi oluşturmaya karar vermektir. Bu konu yukarıda geçmişti.



Kaderin Tekvîni ( تكوين قدر الشيئ)

Kader, ölçü demektir. Allah, yaratacağı şeyin önce kaderini oluşturur. İlgili âyetler şöyledir:

إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ

“Biz, her şeyi bir kadere (ölçüye) göre yaratmışızdır”. (el-Kamer 54/49)



وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ قَدَرًا مَّقْدُورًا

Allah ’ın işi, kaderi (ölçüsü) tam belirlenmiş şekildedir. (el-Ahzâb 33/38)

إن الله على كل شيء قدير

“Allah her şeye bir kader (ölçü) koyar” (Bakara 2/20)

Yani Allah her şeyi olması gereken ölçüye göre yaratır; eksiği de fazlası da olmaz[7].

İnsanın kaderi ile eşya ve hayvanların kaderi farklıdır. Allah Teâlâ yere ve göğe; “İsteyerek veya istemeyerek emrime gelin” dediği zaman ikisi de; “İsteyerek geldik” demişlerdi.[8] Ama istemeseler de onun emrinden çıkamazlardı. İnsanla ilgili olarak da şöyle buyurmuştur:

إِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّبِيلَ إِمَّا شَاكِرًا وَإِمَّا كَفُورًا

Biz ona yolu gösterdik, ister teşekkür etsin, ister nankör olsun. (İnsan 76/3)

Yani insan, istemezse Allah’ın emrine uymaz. Bu sebeple dinde zorlama olamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

Dinde zorlama olamaz[9]. Doğru ile eğri birbirinden iyice ayrılmıştır. Kim azgınları tanımaz[10], Allah 'a inanırsa, kopması imkânsız en sağlam kulpa yapışmış olur. Allah işitir, bilir. (Bakara 2/256)

Önceki âyette geçen (شَاكِرًا) ve (كَفُورًا) kelimeleri önemlidir. Şâkir, (شَاكِر) şükr (الشكر) kökündendir. Şükr, nimeti akla getirmek, onu vereni övmek ve karşılığını vermektir[11]. İnsan her şeyini Allah’a borçludur. Bir âyet şöyledir:

وَآتَاكُم مِّن كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَتَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا

O size istediğiniz her şeyden vermiştir; Allah’ın nimetini saysanız bitiremezsiniz. (İbrahim 14/34)

Bu nimetler insanın Allah’a olan borcudur. Arapçada borca deyn (الدين) denir. Deyn insanı itaate zorlar. Allah’a olan borca karşılık, ona itaati öngören sisteme din (الدين) denir. Din ile deyn aynı köktendir. Allah’a olan borcun sürekli kabarmasına rağmen onu görmezlik eden ve emirlerine uymak istemeyen insan çoktur.

Görmezlik edene kefûr ( كَفُور) denir. Kefûr ( كَفُور) küfr (الكفر) kökünden ism-i faildir; kâfir da aynıdır. Nimete küfr, onu örtmek ve şükrünü yerine getirmemektir[12]. Bu nankörlüktür. En büyük nankörlük Allah’a karşı yapılır. Birçok insan, Allah ile ilişkilerini, olması gerektiği gibi değil de kendi istediği gibi kurar. Verdiği nimetin kıymetini bilmez ve onun düzenini bozacak işlere girişir. Bu, insana verilen hürriyetten dolayıdır. Bunun hesabı kıyamet gününde görülecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الَّذِينَ يُلْحِدُونَ فِي آيَاتِنَا لَا يَخْفَوْنَ عَلَيْنَا أَفَمَن يُلْقَى فِي النَّارِ خَيْرٌ أَم مَّن يَأْتِي آمِنًا يَوْمَ الْقِيَامَةِ اعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ

Âyetlerimiz karşısında yamukluk yapanlar bize gizli kalmazlar. Ateşe atılan mı hayırlıdır, yoksa Kıyamet günü güven içinde gelen mi? Tasarladığınız şeyi yapın, Allah ne yaptığınızı görür. (Fussilet 41/40)

Kur’ân’da (شاء) fiili ve türevlerinin faili ya Allah ya da insandır. Bir başka varlık bu fiile fail yapılmamıştır. Allah, her şeyin hem kaderini hem kendini mükemmel bir şekilde oluşturur. Ama insanın gücü sınırlıdır. Oluşturduğu şeyler, Allah’ın emirlerine ve fıtrata uyarsa güzel, uymazsa kötü olur. Her ikisini de yapacak hürriyete sahip olduğundan insan, medeniyet kurma, medeniyet yıkma, savaş, barış, çevreyi bozma veya ıslah gibi birbirine zıt işler yapabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ مِّنْهُم مَّن كَلَّمَ اللّهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِن بَعْدِهِم مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلَـكِنِ اخْتَلَفُواْ فَمِنْهُم مَّنْ آمَنَ وَمِنْهُم مَّن كَفَرَ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلُواْ وَلَـكِنَّ اللّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ

Biz o elçilerden kimini kimine üstün kıldık. Kimiyle Allah konuştu, kimini derece derece yükseltti. Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik. Onu Kutsal Ruh ile destekledik. Allah zorlayıcı kader oluştursaydı, onlardan sonrakiler o açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşamazlardı. Ama ayrılığa düştüler; kimi inandı, kimi görmezlik edip kâfir oldu. Allah, zorlayıcı kader oluştursaydı, birbirleriyle savaşamazlardı. Ama Allah dilediğini yapar. (Bakara 2/253)

Ayetteki lev şâellahu (لَوْ شَاء اللّهُ) ifadesinin başındaki lev (لَوْ), “ikincisi olmadığı için birincinin olamayacağını gösteren şart edatı”dır. Cümlenin akışına göre şâe (شاء) fiilinin hazfedilen mef’ûlü “şeyi’in kaderi = قدرالشَيْء” kelimesidir. Buradaki kader, (لَوْ شَاء اللّهُ) cümlesiyle insanda olmadığı vurgulanan zorlayıcı kaderdir.

Kavram kargaşasına meydan vermemek için insan için belirlenen kadere “القدر” diğerine de “zorlayıcı kader = القَدَر المُجْبِر” demek uygun olur. Hazfedilen mef’ûlleri yerine koyunca âyet şöyle olur:

وَلَوْ شَاء أي كوَّن اللّهُ القَدَر المُجْبِر مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِن بَعْدِهِم مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلَـكِنِ اخْتَلَفُواْ فَمِنْهُم مَّنْ آمَنَ وَمِنْهُم مَّن كَفَرَ وَلَوْ شَاء أي كوَّن اللّهُ القَدَر المُجْبِر مَا اقْتَتَلُواْ

Allah zorlayıcı kader oluştursaydı, onlardan sonrakiler o açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşamazlardı. Ama ayrılığa düştüler; kimi inandı, kimi görmezlik edip kâfir oldu. Allah, zorlayıcı kader oluştursaydı, birbirleriyle savaşamazlardı.

Burada kader yerine sistem kelimesi konabilir. O zaman meal şöyle olur:

Allah zorlayıcı sistem oluştursaydı, onlardan sonrakiler o açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşamazlardı. Ama ayrılığa düştüler; kimi inandı, kimi görmezlik edip kâfir oldu. Allah, zorlayıcı sistem oluştursaydı, birbirleriyle savaşamazlardı.

Kur’ân’da bu anlamın verilmesi gereken ayet çoktur. Buna birkaç örnek verelim:

وَلَوْ شَاء اللّهُ لَجَعَلَكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلَـكِن لِّيَبْلُوَكُمْ فِي مَآ آتَاكُم فَاسْتَبِقُوا الخَيْرَاتِ إِلَى الله مَرْجِعُكُمْ جَمِيعًا فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ

Allah zorlayıcı sistem oluştursaydı hepinizi bir tek ümmet kılardı, ama verdiği şeyde sizi yıpratıcı imtihandan geçirmek için böyle yaptı. Öyleyse hayırlarda yarışın. Dönüşünüz Allah’adır; nelerde ihtilâf ettiğinizi size haber verecektir. (Maide 5/48)

وَإِن كَانَ كَبُرَ عَلَيْكَ إِعْرَاضُهُمْ فَإِنِ اسْتَطَعْتَ أَن تَبْتَغِيَ نَفَقًا فِي الأَرْضِ أَوْ سُلَّمًا فِي السَّمَاء فَتَأْتِيَهُم بِآيَةٍ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَجَمَعَهُمْ عَلَى الْهُدَى فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْجَاهِلِينَ

Onların yan çizmeleri sana ağır gelir ve gücün de yeterse yerde bir tünel veya göklere çıkacak bir merdiven arar onlara bir mucize getirirsin. Allah zorlayıcı sistem oluştursaydı elbette onları hidayet üzere toplardı. Sakın cahillerden olma. (En’âm 6/35)

وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا أَشْرَكُواْ وَمَا جَعَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا وَمَا أَنتَ عَلَيْهِم بِوَكِيلٍ

Allah zorlayıcı sistem oluştursaydı müşrik olmazlardı, biz seni onlara bekçi göndermedik, sen onlara vekil de değilsin. (En’âm 6/107)

وَلَوْ شَاء رَبُّكَ لآمَنَ مَن فِي الأَرْضِ كُلُّهُمْ جَمِيعًا أَفَأَنتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتَّى يَكُونُواْ مُؤْمِنِينَ

Eğer rabbin zorlayıcı sistem oluştursaydı yeryüzünde kim varsa hepsi topluca iman ederlerdi. Mümin olsunlar diye onlara sen mi baskı yapacaksın? (Yunus 10/99)

وَلَوْ شَاء اللَّهُ لَجَعَلَهُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلَكِن يُدْخِلُ مَن يَشَاء فِي رَحْمَتِهِ وَالظَّالِمُونَ مَا لَهُم مِّن وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ

Allah zorlayıcı sistem oluştursaydı hepsini bir tek ümmet yapardı. Ama gayret göstereni rahmetine sokar. Zalimlere gelince onların ne dostu ne de yardımcısı vardır. (Şura 42/8)

Fıtratta kadercilik yoktur. Allah Teâlâ, bu iddiada bulunanları şu âyette kınamıştır.

سَيَقُولُ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ لَوْ شَاء اللّهُ مَا أَشْرَكْنَا وَلاَ آبَاؤُنَا وَلاَ حَرَّمْنَا مِن شَيْءٍ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِم حَتَّى ذَاقُواْ بَأْسَنَا قُلْ هَلْ عِندَكُم مِّنْ عِلْمٍ فَتُخْرِجُوهُ لَنَا إِن تَتَّبِعُونَ إِلاَّ الظَّنَّ وَإِنْ أَنتُمْ إَلاَّ تَخْرُصُونَ. قُلْ فَلِلّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَلَوْ شَاء لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ.

“Müşrikler diyeceklerdir ki: “Allah hidayeti oluştursaydı ne biz şirke düşerdik ne atalarımız. Bir şeyi haram da kılmazdık.” Onlardan öncekiler de yalana böyle sarıldılar ve sonunda azabımızı tattılar. De ki: “Yanınızda bununla ilgili bir bilgi var mı ki, çıkarıp bize gösteresiniz. Siz sadece zannınızın peşine takılmışsınız; siz sadece atıyorsunuz.

De ki, susturucu delil Allah ’ınkidir; eğer hidayeti oluştursaydı elbette hepinizi yola getirirdi.” (En’âm 6/148–149)

Âyetin akışına göre hazfedilen mef’ul hidayet (الهداية)’tir. Onu yerine koyunca şöyle olur:

لَوْ شَاء أي كوَّن اللّهُ الهداية مَا أَشْرَكْنَا وَلاَ آبَاؤُنَا = Allah hidayeti oluştursaydı şirke düşmezdik; babalarımız da öyle..

Buna karşılık Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

فَلَوْ شَاء أي كوَّن اللّهُ الهداية لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ = Allah hidayeti oluştursaydı elbette hepinizi yola getirirdi. (Birinizi mümin, birinizi müşrik yapmazdı)

Müşrikler demiş oluyorlar ki, "Allah, bizi böyle yaratmış, bunda bizim suçumuz yoktur." Her insan gibi müşriklerin de temel bilgi kaynağı fıtrat, yani yaşadıkları hayattır. Herkes bilir ki, Allah insanı, nasıl üzüm veya şarap üretmeye zorlamazsa yola gelmeye veya yoldan çıkmaya da zorlamaz. Ayet, kaderciliğin yalan ve boş bir kuruntudan ibaret olduğunu, bu iddianın ispatlanamayacağını bildirmektedir.

İnsan da bir şeyi oluşturmak istediğinde Allah’ın koyduğu kanuna göre hareket ederek önce onun kaderini yani ölçüsünü belirler. Mesela canı çorba çekiyorsa önce zihninde istediği çorbanın ölçüsü oluşur. Eğer o ölçü tam ise çorbayı, kendisi de pişirebilir.

Allah’a kulluk da insanın zihninde başlar. Her insan kendi zihninde, Allah ile ilişkilerinin ölçüsünü oluşturarak ona kul olması gerektiğini anlar. Sonra başka şeyler öne geçer ve bu ilişkiler bozulur. Bu da Allah’a kul olma isteğinin karara dönüşmesini engeller. Bazısı akılını kullanarak Allah’ı birinci planda tutar ve ömür boyu ona kulluk eder. Bazısı da zorda kalınca ona kulluk ihtiyacı duyar, sıkıntı geçtikten sonra, Allah’ı yine ikinci plana iter. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

ومَا قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ

Allah'ın gerçek değerini ölçemediler. (En’âm 6/91)

İnsan, bir şey yapmayı kararlaştırırsa Allah o kişiye önce, onun iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu ilham eder.



2.İlhâm

İlham; Allah’ın, kulunun kalbine bir şeyi do­ğur­masıdır[13]. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Nefse isyankâr­lı­ğını ve takvâsını ilham ede­ne yemin olsun,

Onu arındıran um­du­ğuna kavuşmuş,

kirle­tip karartan da kaybetmiş olur.” (Şems 91/1-10)

Karar verdiği şeyin takvâ mı yoksa isyankarlık mı olduğu kişinin kalbine ilham edilir. Bundan sonra o, ya devam eder ya da vazgeçer. Doğru karar verenin içi giderek daha da rahat eder. Karar yanlışsa üzüntü, vicdan azabı ve bunalımlara kadar varan sıkıntılar olur. Şu âyet, ilhamın her iki çeşidini de göstermektedir:

فَمَن يُرِدِ اللّهُ أَن يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ وَمَن يُرِدْ أَن يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاء كَذَلِكَ يَجْعَلُ اللّهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ

Allah kimi hidayete erdirme kararı vermişse onun gönlünü İslam’a açar. Kimi de saptırma kararı vermişse onun içini daraltır; sanki göğe yükseliyor gibi olur. Allah o pisliği inanmayanların üstüne işte böyle yığar. (En’âm 6/125)

Allah Teâlâ, hidayete erdireceği kişilerle ilgili şu ölçüleri koymuştur:

وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ أَنَابَ

"Allah , kendine yöneleni yola getirir.” (R’ad, 13/27)

وَمَن يَعْتَصِم بِاللّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ

“Kim Allah ’a bağlanırsa kesinkes doğru yola iletilir” (Al-i İmran, 3/101)

Allah Teâlâ; kâfirlik, fâsıklık, zalimlik, yalancılık, nankörlük, müsriflik ve âyetlerine inanmazlık edenleri, tevbe edinceye kadar yoluna kabul etmez. Aşağıdaki âyetler bunu göstermektedir:

وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ

“Allah kâfirler topluluğunu yola getirmez.”[14]

وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ

"Allah fâsıklar topluluğunu yola getirmez.”[15]

وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ,

"Allah zâlimler topluluğunu yola getirmez.”[16]

إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِب كَفَّار ٌ

"Allah nankör yalancıyı yola getirmez.”( Zümer, 39/3)

إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ كَذَّابٌ

"Allah yalancı müsrifi yola getirmez.”(Mü’min, 40/28)

إِنَّ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِآيَاتِ اللّهِ لاَ يَهْدِيهِم اللّهُ

“Âyetlerine inanmayanları Allah yola getirmez.”( Nahl, 16/104)

Vabısa b. Mabed di­yor ki, Muhammed sallal­lahu aleyhi ve selleme git­tim buyurdu ki; “İyi­likten ve günahtan sormak için mi geldin? “

Evet, dedim.

Sonra parmaklarını bir araya getirerek göğsüne vurdu ve üç kere şöyle dedi: “Nefsine danış, kalbine danış Va­bısa! İyilik, nefsin yatış­tığı, kalbin yatıştığı şeydir. Günah da içe dokunan ve göğüste te­reddüt do­ğuran şeydir. İsterse in­san­lar sana fetva vermiş, yaptığını uygun bul­muş ol­sunlar.[17]”

Muhammed sallallahu aleyhi ve selemin bir sözü de şöyledir: “Seni işkillendiren şeyi bı­rak, işkillendirmeyene geç. Çünkü doğru­luk iç hu­zuru verir, yalan da şüphe ve te­reddüt doğu­rur[18].”

Allah Teâlâ yanlış davranış gösterenlerle ilgili şöyle buyurur:

لاَ يَزَالُ بُنْيَانُهُمُ الَّذِي بَنَوْاْ رِيبَةً فِي قُلُوبِهِمْ إِلاَّ أَن تَقَطَّعَ قُلُوبُهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

Kurdukları bina, içlerinde bir şüphe olarak devam edecektir; kalpleri parça parça olursa başka. (Tevbe 9/110)



3. Allah’ın onayı

Kur’an’da onay vermeyi ifade eden kelime izin (الإذن) dir. Arapça’da kulağa üzün (الأذن), kulakla alınan veya kulağa duyurulan bilgiye izin (الإذن), o bilgiyi yüksek sesle bildirene müezzin (المؤذن) bildirilen şeye de ezan (الأذان) denir[19]. Allah’ın onayı çıkmadan hiçbir şey olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

مَا أَصَابَ مِن مُّصِيبَةٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ وَمَن يُؤْمِن بِاللَّهِ يَهْدِ قَلْبَهُ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

“Meydana gelen her şey Allah’ın onayıyla (izniyle) olur. Kim Allah’a inanırsa kalbini doğrultur. Allah her şeyi bilir.” (Teğâbun 64/11)

İnsan kararını kendi içinde oluşturur; onu Allah’ın dışında, melekler dâhil, kimse bilemez. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

إِذْ يَتَلَقَّى الْمُتَلَقِّيَانِ عَنِ الْيَمِينِ وَعَنِ الشِّمَالِ قَعِيدٌ مَا يَلْفِظُ مِن قَوْلٍ إِلَّا لَدَيْهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ

İki alıcı (melek) sağda ve solda oturur; ağzından bir söz çıkmaya görsün hemen yanında gözetleyici (melek, yazmak için) hazır bulunur. (Kaf 50/17–18)

وَإِنَّ عَلَيْكُمْ لَحَافِظِينَ . كِرَامًا كَاتِبِينَ . يَعْلَمُونَ مَا تَفْعَلُونَ .

Üzerinizde koruyucular vardır, değerli yazıcılar; bütün işlediklerinizi bilirler. (İnfitâr 82/10–12)

Allah’ın izni yani onayı olmazsa kişi kayıtlara mümin olarak geçmez. Çünkü her insan, kendine göre Allah’a inanır ama Allah, her imanı onaylanmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ أَن تُؤْمِنَ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يَعْقِلُونَ

Hiç kimse, Allah’ın onayı (izni) olmadan mümin olacak değildir. Allah pisliği, aklını kullanmayanların üzerine yığar. (Yunus 10/100)


4.Kayda geçirme

Allah, iznini önce yazıcı meleklere bildirir. Onlar bunu hemen kayda geçerler. Oluşum bu kayıttan sonra başlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

مَا أَصَابَ مِن مُّصِيبَةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي أَنفُسِكُمْ إِلَّا فِي كِتَابٍ مِّن قَبْلِ أَن نَّبْرَأَهَا إِنَّ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرٌ

Yeryüzünde ve kendinizde olan her şey[20], onu ayrı bir varlık olarak yaratmamızdan önce mutlaka bir kitaba kaydolunur. Bu, Allah için kolaydır. (Hadîd 57/22)

Kayda geçmeyen hiçbir şey meydana gelmez. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle dememizi emretmiştir:

قُل لَّن يُصِيبَنَا إِلاَّ مَا كَتَبَ اللّهُ لَنَا هُوَ مَوْلاَنَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ

De ki, bize Allah’ın yazdığı dışında bir şey olmaz. O bizim dostumuzdur. Müminler yalnız Allah’a güvensinler. (Tevbe 9/51)

Kaydın güzel olması için şöyle dua etmemiz öğütlenmiştir:

وَاكْتُبْ لَنَا فِي هَـذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الآخِرَةِ إِنَّا هُدْنَـا إِلَيْكَ

“Bu dünyada bize iyilik yaz, Ahirette de... Biz sana yöneldik.. (Araf 7/156)

Kayıttan sonra tekvîn yani şeyin oluşumu başlar.


5.Şeyin tekvîni (تكوين الشيء)

Allah’ın şeyi tekvîni yani oluşturması ile insanın tekvîni farklıdır. Allah, tekvînine karar verdiği şey için sadece “ol” der, o şey oluşmaya başlar.

Allah, ölçünsü belirlediği her şeyi yapacak güçtedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

يَخْلُقُ مَا يَشَاء أي مَا يكون قدره وَهُوَ الْعَلِيمُ الْقَدِيرُ

Allah kaderini belirlediği şeyi yaratır. O bilir ve ölçüyü koyar. (Rum 30/54)

قَالَ رَبِّ أَنَّىَ يَكُونُ لِي غُلاَمٌ وَقَدْ بَلَغَنِيَ الْكِبَرُ وَامْرَأَتِي عَاقِرٌ قَالَ كَذَلِكَ اللّهُ يَفْعَلُ مَا يَشَاء أي يكون قدره

Zekeriya dedi ki; “Yarab! Benim oğlum nasıl olur; ihtiyarlık gelmiş çatmış, karım da kısır? Dedi ki, bu b

3 yorum

Kuranda irade,şey ve fıtrat

Daha öncede belirtmiştim.Amacımız Allaha iyi bir kul olma ve peygambere iyi bir ümmet olma konusunda beraberken ,dini anlayış şekillerimiz farklı.Bu yüzden insanları sapıklıkla veya bir takım kötü sıfatlarla itham etmeyin.Müslümanım diyen birine hiç yakışmıyor.Dediğiniz kişiler öyle değilse ,siz yanılıyorsanız bunun hesabını ahirette verebilecekmisiniz.Çok büyük vebal var,aman dikkat.Allah yolunuzu açık etsin.Allaha emanet olun.Selamlar sevgiler

24.07.2008 - rey2466

Kuranda irade,şey ve fıtrat

Hocam irade konusunda aşağıdaki yazıyı okuyun ve ehli sünnetin görüşlerini anlamış olun. Sizin yukardaki yazıda iradeyle ilgili yaptığınız alıntılar, bizi mutezilenin görüşüne götürür. Maalesef sizin alıntı yaptığınız kişi bugünkü mutezilenin temsilcisidir. Bir nevi mezhepleri yok sayan, kula tam bir irade vermye kalkışan, aklı ön plana çıkaran bir anlayışın bugünkü temsilcisidir.
[b]İRADE[/b]
[i]İstemek, dilemek, meyletmek, arzulamak. Kelâm ilminde Allah'ın bir sıfatı ve aynı zamanda insanın bir özeliği olarak ele alınmıştır.

Allah'ın sıfatı olarak irade; O'nu diğer sıfatlarıyla beraber tavsif eder. Allah nasıl her şeyin kusursuz ve mükemmeline sahipse ve her konuda mutlak kemâl O'na nisbet edilmek gerekiyorsa; irade hususunda da Allah mutlak irade sahibidir. Yani Allah'ın iradesini kısıtlayan, onu tehdit eden herhangi bir başka irade sözkonusu olamaz. Öyleyse Allah'ın iradesi bütün yaratıklar üzerinde mutlak surette geçerlidir. "Rabbin şüphesiz irade ettiği şeyi kolaylıkla yapabilen ve yerine getirebilendir" (Hûd, 11/107) Bu konudaki diğer Kur'an ayetleri şöyledir: "Allah bir şeyi dilediği zaman, onun buyruğu sadece o şeye "ol " demektir; o da hemen olur" (Yâsin, 36/82); "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer" (el-Kasas, 28/68);"şüphe yok ki Allah dilediğine hükmeder" (el-Mâide, 5/1). Allah'ın iradesi bütün yaratılmışlar, yani bütün varlıklar üzerinde geçerli ise, nasıl oluyor da insanın da bir iradeye sahip olduğu söylenebiliyor? Bu noktada İslâm tarihinin çok erken dönemlerinden itibaren meydana gelen tartışmalar, iki-üç asır devam etmiş ve nihayet hicrî asırdan itibaren belli bir kararlılık bulmuştur. Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre; Allah mutlak irade sahibidir. Bu irade fark gözetmeksizin bütün varlıklar üzerinde egemendir. Ama insanın da dünyada imtihan edilebilmesi için belirli bir kudrete sahip olması gereklidir ki, yaptıklarından sorumlu tutulabilsin. Şu halde insan belirli bir fiili yapmaya niyetlendiği zaman ilâhî irâdenin kulun fiillerini halk etmesi esnasında İrâde-i Külliyeye katılır, yani onu kesb eder. İşte insan bu kesbi dolayısıyla sorumluluğu üzerine almaktadır. Bu sorumluluğu yüklenip iradesini kullanmaya da ihtiyar denilir.

İrade-i Külliyye ve İrade-i Cüz'iyye:

İslâm akaidindeki belli başlı konulardan biri de irade-i külliye meselesidir. Kavramın Kelâm ilmindeki ıstılahi anlamı; bütün yaratılmışların üzerinde tek ve mutlak bir iradenin, yani Allah'ın iradesinin bulunduğudur. Bütün yaratıklar (ister canlı ister cansız olsun) bu ilahî iradeye boyun eğerler. İslâm akaidinde tevhid, bütün inanç sisteminin merkezidir. Her şey tek bir ilahî kaynaktan vücut bulmuştur. Bütün kainatın Allah karşısında pasif olduğu düşünülürse, her fiilin Allah tarafından "halk" edilmiş olması da tabiidir. Fakat insanoğlunun yaratılma hikmeti, onun bu dünyada bir imtihana tabi tutulması olduğu için, kullara da bir çeşit irade verilmiştir. İşte buna Kelâmda; İrade-i Cüz'iyye" denilmektedir. Burada İslâm tarihinde, çokça tartışılmış bir konuya geliyoruz. İlk kelâm tartışmalarını başlatan Mu'tezile ekolü, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu savunmuş ve ilahî iradenin (irade-i külliyye) insanı bu dünyadaki fiillerinde serbest bıraktığını söylemiştir (Mu'tezile'ye kaderiyye de denilmektedir). Buna karşılık bir diğer ekol olan Cebriyye, insanın hiçbir iradeye sahip bulunmadığını, onun bütün yapıp ettiklerinin irade-i külliyyeye ait olduğunu iddia etmektedir. Her ikisinden de ayrıları Ehl-i Sünnet akaidi ise, orta yolu tutarak şunları ileri sürmüştür. Her ne kadar Allah Teâlâ, bütün fiillerin yaratıcısı ise de, kullarını birtakım hükümler ve ödevlerle yükümlü tutmuş olduğundan. bunları yerine getirmeleri için onlara bir irade de bağışlamıştır. İnsan iyiyi de kötüyü de seçmekte serbesttir. Dilerse Allah'ın istemediği bir iş yapar; dilerse onun arzuladığı bir işi yapar. Şu kadar ki; ne zaman kendi iradesini bir fiili yapmaya yöneltirse o zaman Allahu Teâlâ o fiili yaratır. Bu durumda, o fiili Allah'ın kudreti yaratmıştır. Fakat, insanın iradesi de o fiili isteme suretiyle fiile ortak olmuştur. İşte buna, yani irade-i cüz'iyyenin ilâhi fiile katılışına "kesb" denilir. Aksi takdirde, kişinin bu fiilde hiçbir katkısı olmaması (Cebriyenin görüşü), zulmü iktiza eder ki, bu Cenâb-ı Hakka noksanlık izafe etmek manasına gelir. Mu'tezile'nin ileri sürdüğü ve fiillerini yalnız insanın yarattığı görüşü ise, İrade-i külliyye haricinde ona denk bir başka irade kabul etmek demektir ki, bu da şirk anlamına gelir. Şu halde Ehl-i sünnetin görüşü bu ikisinden de ayrılır. İnsan irade sahibidir; ama aynı zamanda daha küllî bir irade tarafından kuşatılmıştır. Bu sebeple yerine getirdiği filler, kendisinin seçmesi, Hak Teâlâ'nın halketmesi ve bu ikisinin neticesinde kulun bu halk edilen fiili kesb etmesi şeklinde vukû' bulur.

Kur'an-ı Kerîm'den anlaşıldığına göre; Allah'ın irade sıfatı iki şekilde olur:

a- Tekvinî İrade: Bir şeye taalluk edince hemen vuku bulur.

Yukarıdaki ayetler bunun misalidir.

b- Teşriî irade: Bu, Allah'ın muhabbet ve rızası demektir. Bu manada Allah'ın irade etmiş olduğu şeyin meydana gelmesi vacip değildir.

"Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez" (el-Bakara, 2/ 185) ayeti bu türdendir.

Allah Teâla, bu manadaki iradesini ilâhi bir lutfu olarak kullarının iradesine bağlamıştır. Kul neyi dilerse Allah onu irâde edip kulun isteğine uygun olarak yaratır. Kul da yaptığı şeyleri kendi hür iradesiyle yaptığı için sorumlu olur.

Allah Teâlâ, kulun isteğine ve çalışmasına göre hayra da irade eder, şerri de. Fakat hayrı rızası var iken; şerre rızası yoktur (Nureddin es-Sâbûnî, Maturidiyye Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, s. 105, 106).[/i]
H. FEHMİ KUMANLIOĞLU
[url]www.menzil.net[/url] ten alınmıştır.

23.07.2008 - freef

Kuranda irade,şey ve fıtrat

Ehli sünnetin şey'e meşiet anlamı vermesi doğrudur. Hocam yukardaki yazı da bir açıdan ehli sünnete çatan bir yazıdır. Ehli Sünnet tukardaki yazıda denildiği gibi kaderciliği bir inanç anlamına getirmemiştir. Kader ve kaza zaten Kuran'da vardır. Bu yazı da itikadı bozuk bir yazıdır. Kuran'dan kendi reyine göre salt Arapça bilgisine göre yapılmış bir tefsirdir.
İrade konusunda da ciddi sıkıntı var bu yazıda. Kulların fiilleri konusunda da ehli sünnete uymayan şeyler var.
Bu yazı da Abdulaziz Bayındır'ın bir tebliğinden alıntıdır. Yalnız Kuran diyen mezhepsizlerin bakış açısıyla yapılmış bir değerlendirmedir.
Dört mezhebin ve Eşariyye ile Maturidiyye mezhebinin yani ehli sünnetin üzerinde birleştiği itikad konularından olan kulların fiilleri ve irade konusu şöyledir:
[i]Kulların fiilleri, Allahın mahlukudur, kul tarafından kesbtir. (Kulun iradesi ancak fiili kesb iledir. Yaratılması Allah tarafındandır.) Allah kullara ancak takatları yeteni teklif etti. Kullar ancak Allahın teklif ettiği (vazifelere) güç getirirler. Bu açıklama "Günahtan dönüş, ibadete takat yettirmek, ancak Allahın yardımıyladır" sözünün izahıdır.
Biz deriz ki: hiç kimse için çare, haraket ve günahtan dönüş yok, ancak Allahın yardımıyla vardır. Hiç kimse için Allaha kulluğu ikame etmek ve taat üzere sabit kalmak yok, ancak Allahu Tealanın muvaffak kılmasıyla vardır. (Kulunu razı olduğu şeye ulaştırır.)



* Her şey Allahın iradesiyle, ilmi ile, hükmü ve kudretiyle cereyan eder. Allahın dilemesi diğer bütün meşiyyetlere galib geldi. Allahın hükmü diğer bütün çarelere üstün geldi. Dilediğini yapar, asla zalim değildir. Her türlü çirkinlik ve zararlardan paktır. Her türlü ayıp ve noksanlıklardan temizdir. "Allah yaptığından sorulmaz. Halbuki kullar mes'uldür."



*Dirilerin duası ve sadakalarında, ölüler için faideler vardır. Allah dualara icabet eder, ihtiyaçları giderir. Her şeye sahiptir, ona hiç bir kimse sahip olamaz. Allahtan, göz kırpması kadar azıcık bir an bile ihtiyaçsız kalınmaz. Kim Allahtan göz kırpması kadar ihtiyaçsız kaldığına inanırsa, muhakkak kafir olur ve helak ehlinden olur.

Allah bu'z eder, razı olur, fakat mahlukattan her hangi birinin bu'z ve rızası gibi değildir. (Bunlardan gaye muraddır. Yani bunların gereğini yapar.)
(Tahavi Akaidi)[/i]
[i]İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Mahlûkların yok olacaklarına inanmak, yoktan var edildiklerine inanmak gibi imanın şartıdır. (Arş, Kürsi, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem ve Ruh denilen mahlûklar yok olmayacak, sonsuz var olacaklardır) ifadesi, bunlar yok olamaz demek değildir. Allahü teâlâ, var etmiş olduğu şeylerden, dilediklerini tekrar yok edecek, dilediklerini de, yalnız kendi bileceği fayda ve sebeplerden dolayı, hiç yok etmeyecek, bunlar ebedi, yani sonsuz var olacaklardır demektir. Allahü teâlâ, dilediğini yapar ve istediğini emreder. Demek ki, âlem yani her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve kudretiyle vardır. Var olmaları için ve varlıkta kalmaları için, Allahü teâlâya muhtaçtır; çünkü baki olmak demek, varlığın her an devam etmesi demektir. Başka bir şey olmak demek değildir. Hem var olmak, hem de varlıkta kalabilmek, Allahü teâlânın iradesi, dilemesiyle olur. [/i]

[i]Allah bir şey'dir, fakat diğer şeyler gibi değildir. O'nun varlığı cisim, cevher, araz, had, zıd, eş ve ortaktan uzaktır. O'nun Kur'an'da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır, Allah'ın Kur'an'da zikrettiği gibi el, yüz ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır.
O'nun eli, kudreti veya nimetidir denilemez. Zira bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur. Bu, Kaderiyye ve Mutezile'nin görüşüdür. O'nun elinin, keyfiyetsiz sıfat olması gibi, gazabı ve rızası da keyfiyetsiz sıfatlarından iki sıfattır.

Allah, eşyayı bir şeyden yaratmadı. Allah, eşyayı oluşundan Önce, ezelde biliyordu. O, eşyayı takdir eden ve oluşturandır.

Allah'ın dilemesi, ilmi, kazası, takdiri ve Levh-i Mahfuz'daki yazısı olmadan, dünya ve ahirette hiçbir şey vaki olmaz. Ancak onun Levh-i Mahfuz'daki yazısı, hüküm olarak değil, vasıf olarak yazılıdır. Kaza, kader ve dilemek, O'nun nasıl olduğu bilinmeyen sıfatlarındandır.

Allah, yok olanı yokluğu halinde yok olarak bilir, onun yarattığı zaman nasıl olacağını bilir,Var olanı, varlığı halinde var olarak bilir, onun yokluğunun nasıl olacağını bilir. Allah ayakta duranın ayakta duruş halini, oturduğu zaman da oturuş halini bilir. Bütün bu durumlarda Allah'ın ilminde ne bir değişme, ne de sonradan olma bir şey hasıl olmaz. Değişme ve ihtilaf, yaratılanlardan olur.

Allah'ın "Allah Musa'ya hitap etti." ayetinde belirttiği gibi, Musa Allah'ın kelamını işitti. Şüphesiz ki Allah, Musa ile konuşmasından önce de, kelam sıfatı ile muttasıfı. Yüce Allah yaratmadan da ezelde yaratıcı idi. Allah, Musa'ya hitap ettiğinde, ezelde sıfatı olan kelamı ile konuştu. O'nun sıfatlarının hepsi, mahlukların sıfatlarından başkadır. O işitir, fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O kadirdir, fakat bizim gücümüzün yettiği gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz. Oysaki Allah, uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahluktur, fakat Allah'ın kelamı mahluk değildir.

Allah insanları küfür ve imandan hali olarak yaratmış, sonra Onlara hitap ederek emretmiş ve nehyetmiştir. Kafir olan; Kendi fiili, hakkı inkar ve reddetmesi ve Allah'ın yardımını kesmesiyle küfre sapmıştır. İman eden de kendi fiili, ikrarı, tasdiki ve Allah'ın muvaffakiyet ve yardımını ile iman etmiştir. Allah Ademin neslini, sulbünden insan şeklinde çıkarmış,Onlara akıl vermiş, hitap etmiş, imanı emredip, küfrü yasaklamıştır. Onlar da onun Rabb olduğunu ikrar etmişlerdir. Bu , onların imanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra küfre sapan bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat ve devam göstermiş olur. Allah, kullarının hiç birini iman veya küfre zorlamamış. Onları mü'min veya kafir olarak yaratmamıştır. Fakat onları şahıslar olarak yaratmıştır. İman ve küfür kulların fiilleridir. Allah, küfre sapanı, küfrü esnasında kafir olarak bilir. O kimse daha sonra iman ederse, imanı halinde mü'min olarak bilir, ilmi ve sıfatı değişmeksizin onu sever.

Kulların hareket ve sükün gibi bütün fiilleri hakikatten kendi kazançları'dır. Onların yaratıcısı ise Yüce Allah'tır. Onların hepsi Allah'ın dilemesi, ilmi, hükmü ve kaderi ile olur. Taatların hepsi, Allah'ın emri, muhabbetti, rızası, ilmi, dilemesi, kazası ve takdiri ile vacip kılınmıştır. Masiyetlerin hepsi de Allah'ın ilmi, kazası, takdiri ve dilemesi ile olmakla beraber, rızası ve emri değildir. [/i]

Yukardaki yazıda ehli sünnete dokundurmalar bu açıklamalarda yoktur. Sizin alıntı yaptığınız yerdeki mealler ve tefsirler dahi en az yorumlar kadar sakıncalıdır. Allah bir şeyi yaratmadan önce de onun yaratılıp yok olduğu zamanı da, aradaki tüm hallerini de bilir. Ehli sünnet kadere inanmış ve bunu hak bilmiştir. Burada kulların sorumsuzluğunu anlamamıştır. Kaderiye mezhebinin kendi kendini düşürdüğü tuzaklara düşmemiştir. Her şeyi, O'nun takdiriyle demiş ve tevekkül etmiştir. Burada niyetlerini esas tutmuştur. İradesi olan istemeyi yapmıştır. Yaptıklarından insanı da sorumlu tutan Allah'ın şey'i bilmesi ve yaratmasında rıza ve rızasızlığına bakmıştır.

Bakın elmalılı tefsirinde 'Allah her şeye kadirdir (Bakara Suresi 20) ilahi hitabı nasıl tefsir edilmiş:
Bunların bu sıradaki hallerini hiç sorma şimşek hemen gözlerini çarpıp alıverecek onlara parlayıverdikçe ışığında yürürler, başlarına karanlığı çökerdiği vakit de dikilir kalırlar. Allah dilemiş olsaydı kulaklarındaki işitme ve gözlerindeki görme özelliklerini de alıverirdi. Buna şüphe mi var? Allah Teâlâ her şe y e kâdirdir: Kudreti her şeye ve daima yetişir. Allah'ın güzel isimlerinden biri de kadîr ism-i şerifidir ki, pek kudretli, hem de daima kudretli demektir.

Kudret, fiil ve terkin sıhhati demektir. Bu ölçü ile kuvvetten ayrılır. Çünkü kuvvet bir yöne, kudret ise her yöne bakar. Mesela bir taşın yuvarlanışı kuvvetledir. O yuvarlandığı yerden dönemez. Kudret ise sağa giderken, tersine de gidebilir. Yaparken bırakabilir. Özetle kuvvet mecburiyet ve çaresizlik; kudret ise seçme ifade eder.

"Şey", mevcut demektir, bunda ma'dum (yok olan)a şey denemez. Bilinmesi ve haber verilmesi doğru olabilen mânâsına da gelir. Bu mânâ ile mümkün olan "yok"a da şey denebilir. Fakat bizzat mümteni' (olamaz) olan yok, hiçbir şey değildir. O, ne bulunabilir, ne bilinebi l ir, ne haber verilebilir. Lügat bakımından aslı "meşiyyet"ten "sıfat-ı müşebbehe"dir ki "şâi" dileyen, "meşiy" dilenmiş mânâlarına gelir. Eşyaya, şey denilmesi, ilâhî dilemenin ilgisi itibariyle "meşiy" (dilenmiş) olduğu içindir. Bu mânâca Allah'a "şey" d e nmez. Fakat "şâi = dileyen" mânâsına olarak "şey" denir. Buna göre "herşeye kadirdir" ifadesinde Allah dahil değildir, fakat "herşeyi bilicidir"de dahildir. Bu açıklamadan sonra, "Allah Teâlâ kendi gibi bir Allah daha yaratabilir mi?" tarzında bir kuruntuya düşme akla gelemez. Zira o mümteni' (olamaz)dir, şey değildir. Yaratılan, yaratan olamaz. Hem sonradan yapılsın, hem ezelî olsun! İşte imtina', muhal (olamaz) buna derler. Allah Teâlâ öyle bir vâcibü'l-vücud (varlığı lüzumlu)dur ki, O'nun lâşerîke leh (ortağı yok) olan birlik sıfatını kaldırmak hiçbir şekilde mümkün değildir. Bu, O'nun zatına mahsus kemalidir ve bütün sıfatları da böyledir. Şu halde böyle her şeye gücü yeten Allah Teâlâyı yarattığı gözleri, kulakları alıvermekten kim yasaklar? Bunu bilmeli, Allah'a, Peygambere, iman sahiblerine hile yapmaktan, fesat çıkarmaktan sakınmalı. Sakınmak için yıldırımı gözetmemeli, gök gürültüsü ve şimşekten önce Allah'tan korkmalıdır. Bu âyetten sonra gelen "Ey insanlar ibadet ediniz." genel hitabı ne kadar edebî oluyor!

[/i]

23.07.2008 - freef

Konular