Osmanlı'nın Manevi Sultanları

ŞEYH EDEBÂLİ HAZRETLERİ


Şeyh Edebâli, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda hizmeti geçen büyük İslâm âlimidir. Osman Gazi'nin kayınpederi ve hocasıdır.

Karaman'da ilk eğitimini alan Şeyh Edebâli, eğitimini ilerletmek amacıyla Şam'a gitti. Şam'da hâdis-i şerif, tefsir ve fıkıh ilimlerinin eğitimini aldı. Ancak her Allah dostunun geçtiği yollardan, o da geçti ve aldığı ilim ona yetmedi. Mevlâna Celâleddin-i Rûmi'ye tâbî oldu; gerçek İslâm'ı öğrendi. Kur'ân-ı Kerim'de anlatılan 28 basamağı geçerek, kendisi de mürşid oldu.

Bu sırada Selçuklu Devleti, çöküntüye doğru gidiyordu. Moğollardan kaçan Oğuz Boyları, Anadolu'ya büyük gruplar halinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı. Bu Boylardan biri de Kayı Boyu idi. Kayı Boyu'nun başında, Ertuğrul Bey bulunuyordu. Ertuğrul Bey ve oğlu Osman Bey'in velilere olan saygı, hürmet ve ilgileri, büyük bir devletin müjdesini veriyordu.
Ertuğrul Gazi, bir gece gittiği Kur'ân-ı Kerim sohbetinde, o güne kadar işitmediği şeyleri dinledi. Dünyada bulunmasının bir sebebi olduğunu, ilk defa düşünüyordu. Rabbine sarılmayı, Rabbine sığınmayı, biricik Allah'ına ulaşmayı diledi. O gece uyumak için girdiği odada, sabaha kadar Kur'ân-ı Kerim'in huzurunda, hürmet ve tazimle ayakta durdu. Fakat sabaha karşı dayanamayıp uykuya daldı. Bu sırada rüyasında kendisine: "Sen Benim kelâmıma hürmet ve tazimde bulundun. Ben de senin evlâdına, kıyâmet gününe kadar daim olacak bir ulu devlet ihsan eyledim." dendi.

Ertuğrul Gazi, bunun üzerine yanına oğlu Osman Bey'i de alarak Konya'ya, Mevlâna'ya giderek ona tâbî oldu. Mevlâna, küçük Osman'ın başını okşayarak: "Biz, kendimize bir oğul bulduk." dedi ve hayır dualar etti.

Şeyh Edebâli, Eskişehir yakınlarında halkı irşad ediyor, insanlara sulh ve sukûn dağıtıyordu.

Ertuğrul Bey ve oğlu Osman Bey, Şeyh Edebâli'nin derslerine devam ediyorlardı. Osman Bey bir gece bir rüyasında, Şeyh Edebâli Hazretleri'nin koltuk altından çıkan bir nurun gelip göğsüne indiğini; o nurun girmesiyle, karnından bir ağaç peydah olduğunu gördü. Rüyasında ağaç birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi. Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifade etmeye başladığı sırada Osman Bey uyandı.

Rüyasını Şeyh Edebâli Hazretleri'ne anlattığında, yüce şeyh şöyle buyurdu:

"Oğul! Sen; Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra 'bey' olacaksın. Kızım Mal Hatun'la evleneceksin; benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin asil ve temiz soyunuzdan nice padişahlar gelecek. Onlar nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar. Allahû Tealâ nice insanın, huzur ve saadete kavuşmasına, TESLİME ULAŞMASINA, senin neslini vesile edecek."

Şeyh Edebâli Hazretleri, Osmanlı Devleti'nin temellerine duasını da kattı. Anadolu'ya dervişlerini yolladı. Kardeşlik ile aşkla, îmânla, tevhidi; Osmanlı çatısı altında oluşturabilmek için çalıştı.


AKŞEMSETTİN HAZRETLERİ

" Konstantiniye bir gün mutlaka feth olunacaktır. Onu feth eden asker ne büyük bir asker, onu fetheden kumandan ne büyük bir kumandandır. " buyurmuştu güzeller güzeli Peygamber Efendimiz (S.A.S)

14 Asır önce müjdelenmişti İstanbul'un fethi, kıymetlilerin en kıymetlisi tarafından. Alemde kaç kişiye nasip olurdu, Allah'ın sevgilisinin övgüsüne mazhar olmak ? Allah aşkı için, Resulu Ekrem sevdası uğruna ; gözü, gönlü Allah'a dönük nice Hakk dostu, nice Hakk sevdalısı dayanmıştı surların kapısına.
Ama bir Osmanlı vardı ki Onu kuranlar hamurunu imanla yoğurmuş, aşkla işlemişti. Osmanlı sultanlarının herbiri bu şerefe mazhar olmak için dayanmıştı Bizans'ın kapısına...


Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri II. Murat'a şöyle söylüyordu.
--- Sultanım, fetih şu bizim köseyle, sizin Mehmed'e nasip olur, ben dahi o günü göremem!...
Üstâdının bu sözlerini duyan Akşemseddin büsbütün vahdet deryasına atıldı. Çünkü kendisini büyük bir vazife bekliyordu. İstikbâlin Fâtih'i onun elinde şekillenecekti...
Nitekim öyle de oldu. Zaman ırmağı sonsuza doğru aktı, günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı ve Sultan Murad Han oğlu Muhammed Osmanlı tahtına çıktı... Hiç vakit kaybetmeden bütün âlimleri Edirne'ye dâvet etti ve onlardan sordu. Herkes fikrini söyledi. Sıra Ak Şeyh'e gelince şöyle dedi:
--- Allah Resûlü'nün iltifat-ı seniyyesi size vâki olmuştur! Gayret sizden, yardım yüce Allah'tan... Hiç tereddüt etmeden küffâr üzerine yürüyünüz!...
Her zaman keskin bir bıçak gibi parlayan zekânın sahibi İkinci Sultan Muhammed Han, ordusuna dikkat emrini verdi ve fetih ordusu nurdan bir ırmak gibi Konstantiniyye üzerine aktı...
1453 Nisan'ının beşinci Perşembe günü, güneş ak tepeli dağlar ardında gülümserken, İstanbul surları önüne geldiler... Hünkâr, o gün öğle namazını binlerce cengâverin arasında kıldı ve namazı müteakip kuşatmanın başladığı ilân edildi...
Fetih ordusunda kimler yoktu ki... Velîler, âlimler, cengâverler, sırtı yere gelmemiş pehlivanlar, bülbül sesli hâfızlar... Ulubatlı Hasan gibi ay yüzlü delikanlılar ve Zühre gibi parlak vezirler...
Ve cenk bütün şiddetiyle başladı... Bir gün, iki gün, üç gün derken, günler zincir gibi uzayıp duruyordu.
İşler böyle sıkışınca ümit yıldızı da ufukları terk etti ve konuşanlar oldu:
--- Bir şeyhin sözüyle asâkir-i İslâm'ı burada helâk edeceğiz!...
Bu sözler genç hünkârın kulaklarına çarptı. Derhal paşasını şeyhin huzuruna gönderip sordurdu:
--- Fetih ne zaman?
Cevap hiç de iç açıcı değildi... O kat'i bir cevap istiyordu, istiyordu ama alamıyordu...
Yine günler süren cenk ve yine müyesser olmayan fetih... Artık sabır taşı da parçalanmıştı... Aslında sabır güzel bir şeydi de, bu an herkes kendisini bir sevdânın alevine kaptırmıştı. Âşık ise sabır bilmezdi... Fatih haykırdı:
--- Ya ben bu şehri alırım, ya Bizans beni alır!
Ve paşalardan birini yine Ak Şeyh'e gönderdi:
--- Hazret, ta'yîn-i vakt eylesün!... Fetih ne zaman vâki olacaktır?
Paşa koşar adım Ak Şeyh'in çadırına gitti... O da ne? İçeriden hıçkırık sesleri geliyordu... Ak Şeyh, mübârek alnını yerlere koymuş ağlıyordu. Seccadesi gözyaşı incileriyle ıslanmıştı... Feryâd ü figânı Arş'a merdiven dayamıştı ve o demde kendisine kesin işaret vâki oldu, hemen hünkâra haber uçurdu:
--- Mayısın 28. gecesi şafağında genel hücum yapılırsa Allah'ın yardımıyla fetih müyesser olacaktır!...
Bu haberi alan genç hünkârın yüzünde görülmemiş bir ışık pırıldadı ve bütün hazırlıklar yapılıp surlara doğru akın başladı... Genç hünkâr atının üstünde ve dimdik, gözleri ufukları kucaklayacak gibi keskin bakıyor... Birden Ak Şeyh'in olmadığını fark etti... Onu bulmalıydı, ondan mânevî destek almalıydı...
Etrafına ateşli nazarla baktı... Hayır!... Şeyh yoktu... Çadırında olsa gerekti. Atını şeyhin çadırına sürdü. Kapıdan içeri bakmak istedi. Nöbetçi haykırdı:
--- Dur Sultanım! Şeyhin kesin emri vardır!...
Fatih, nöbetçiyi dinlemedi ve başını uzatıp içeriye bir göz attı. Ak Şeyh başını secdeye koymuştu. Dili de hep inciler saçıyordu:

--- Yâ Rabbî, diyordu; bir bölük mücâhidi yerindirme, küffârı sevindirme, asâkir-i İslâm'ı mansur ve muzaffer eyle!...

Bu hâli gören Fâtih yepyeni bir ümitle doldu ve atını şaha kaldırıp yıldırım gibi cenk sahnesine düştü... Bir taraftan da nâra atıyordu:
--- Haydi arslanlarım; Allah için can verecek gündür!... Koman yiğitlerim... Vurun hâ vurun!...
Kulağının dibinde bir ses çınladı:
--- Yetiştim padişahım!...
Bu Ulubatlı Hasan'dı... Surlara doğru ilerliyordu... Hünkâr, bu genç adama bir nazar attı, dudakları tebessümlerle doldu ve dedi:

--- Allah seni nazardan saklasın!...
Ulubatlı şehid olmak için kalelerin burcuna tırmanıyordu... Bir anda sanki kıyâmet kopmuştu... Okların çekirge bulutu göklerde yüzüyordu. Binlerce, yüzlerce ok yağıyor, yağıyordu... Ne var ki, göğsü îman dolu cengâverler bir nefes olsun durmadan ileriye hamle yapıyorlardı... Bütün bu ateşten âlem sürüp giderken Ak Şeyh de yüzünü secdegâhın topraklarına sürüyor ve inliyordu:

--- İlâhî! Nûrun şerefine, Habîbin hürmetine bize zafer nasip et! Bir bölük mücâhidi mahzun etme!...
Secdeden başını kaldırdığında yüzünde elmaslar oynaşıyordu. Artık vakit tamamdı. İstanbul fethi gerçekleşiyordu... Gözyaşları şimdi de sevinçten akıyordu...
Tekbir sesleri, ezan ve Kur'ân nağmeleri surlarda bulutların kanadına konup semâ semâ yükselirken beklenen an geldi ve İstanbul kapıları ebedî olarak Müslümanlara açıldı... Fetih, Akşemseddin Hazretlerinin dediği demde olmuştu... Hünkâr, saâdetinden uçacak gibiydi... Mübârek yüzünden nurlar akıyordu... Beyaz atı üstünde ilerliyordu... Hemen yanı başında yüce mürşidi bulunuyordu.
Muzaffer orduyu selâmlayan mağlûplar, Akşemseddin'i hünkâr sanarak ona doğru koştular ve ellerindeki çiçekleri Ak Şeyh'e uzattılar:
--- Buyurunuz, ey âlem padişahı!...
Yüce şeyh, eliyle hünkârı işaret ederek:
--- Sultan Muhammed Han odur, ona gidiniz!...
O zaman, genç ve muzaffer kumandan güneş güneş gülümsedi ve dedi:
--- Gidiniz, yine ona gidiniz!... Evet, ben padişahım, ama o benim hocamdır!
Bir hoca, bir üstâd ve bir şeyh için bundan büyük saâdet hayâl edilebilir mi?...

Konular