senai demirci yazıları

[color=red]Ne çok şeysin sen ey gaflet…[/color]Onca yıllık tıp tahsilimde duymadığım o cümleyi, sinema dersleri aldığım yönetmen Semir Arslanyürek’ten duydum ve hâlâ unutmuş değilim. Demişti ki: “Ne zaman bir organ varlığını hissettirirse, o organ hastalanmış demektir.” Yani ki: Varlığını hissettirmeyen bir organ, hatta var olduğunu bile unutturacak denli sessizce çalışan bir organ sağlıklı demektir. Öyle ya; biri “Bende kalp var!” diyorsa, “Kalbim rahatsız. Artık var olduğunu bana hissettiriyor” demek istemektedir. Bu cümleye benzeyen cümleler o kadar çok ki.. “Şekerim var!” “Babamda prostat var.” “Ah böbreğim…” “Midem, midem…”
Denizcilerden de duyduğum olmuştu: “Bugün deniz var.” Deniz ile bize sunulan o sükunet kıyısından köşesinden eksilince ancak, denizin bize sunulduğunu fark edebiliyoruz. Denizle sunulan sükûnet ve sessizlik, mavilik ve duruluk tam olunca, sunulanı görme oluyoruz. Garip değil mi?
Kalbim göğsüme ne zaman konuldu? Hatırlamıyorum. Midem, ne zamandır böğrümde asılı duruyor? Farkında değilim. Nefesimi kalbimin odacıklarında hiç bitmeyen o çılgın çalkantılar anlamlı kılıyor. Uykumda bile durmuyor kalbim; ben bende değilken kıpır kıpır sabahı ediyor; uyumuyor. Midem “Bak ben buradayım işte!” dercesine, yanmasıyla daralmasıyla ikide bir varlığını başıma kakmıyor.
Kimi hastaların geceli gündüzlü kalp atışlarını duyduğu bir rahatsızlığı vardır. Yaşamak kâbus olur. Başlarını sokacaklarını bir köşe bulamazlar. Hiçbir yere sığmazlar. Hiçbir anda sükûnet bulamazlar. “Ya durursa…” kaygısı, hayatlarını zehir eder, huzurlarını yerinden söküp atar. Bir kalplerinin olduğunu unutamazlar bir türlü. Her an tıkır tıkır çalıştığını, her an durabileceğini akıllarından çıkaramazlar. Oysa, akıllarından çıksa da gerçek değişmez. Kalpleri dakikada yüzlerce kez kasılıp gevşer. Damarlarının her köşesinde, her kıvrımında bir anda binlerce reaksiyon olup biter. Hücrelerinde her an mikro-ateşler yanar ve söner.
Unuttuklarımızın hepsi bize verilendir. Öylesine güzelce verilir ki onlar, Veren verdiğini bile unuttururcasına verir sanki. Başa kakmaz. Hatırlatmaz. Sağlıklıysa bize verilen, hiç fark etmeyiz onu. Sağlıklı olan eksiksiz verilmiştir; noksansız durur yanımızda, içimizde. Eksildiğinde ise rahatsız eder bizi. Demek ki, verilen eksilince fark ediyoruz verildiğini. Verilen arttıkça, verildiğini fark edemez bir uykuya yatıyoruz.
Hal böyle olunca, şu kadarını hatırlamamız sorun olmaz diye ümit ediyorum: Cömertlik sadece çok vermek değildir. Cömert, çokç a verdiğini hissettirmeden verendir de. Tersinden düşünelim. Cimri vermek istemez. Verse bile zorla verir, rahatsız olarak verir. Verdiği için de her fırsatta verdiğini verdiği yüzünden rahatsız eder. Göz kapaklarımız verilmiştir bize. Ama şimdi bu yazıyı okurken/yazarken bile farkında mıyız tam dört tane gözkapağımızın olduğunun? Güzelliğimiz odağı kirpiklerimizi, bizim olan kirpiklerimizi şunca yıl, bir kez olsun saymak geldi mi aklımıza? Gözümüz verilmiştir bize. Açıp kapadıkça, sağa sola döndürdükçe, “Ben buradayım!” dercesine gıcırdıyor mu hiç? Eklemlerimiz de öyle… Tenimiz.. Yüzümüz. Dudağımız, dilimiz, damağımız, ellerimiz. Verildiğini fark ettirmeyecek kadar unutturuyorlar bize varlıklarını.
Şükür ki öyle.. Bunaltıcı bir baş ağrısının gelip geçmesinden sonra, ne güzel gelir bize “ağrısız baş”ımız. Dayanılmaz bir diş ağrısından sonra, nasıl da mutlu oluruz tek bir dişin bile orada öylece sessizce duruşuyla. Kanayıp duran bir yaranın sarılmasıyla, sızlayıp duran bir yanığın tedavisiyle ne kadar çok seviniriz. Sessizliğe seviniriz. Kıpırtısızlık için minnettar kalırız. Unuttuğumuz için tırnak ucumuzu, azı dişimizi, göz kapağımızı mutlu oluruz.
Unuttuğumuz kadar çok şey verilmiştir bize. Unutkanlığımızın tek nedeni verilenlerin çok oluşu, eksiksiz ve hatasız oluşudur. Hayır, hayır! Sadece teşekkür etmeyi unutuyor değiliz. Teşekkür etmeyi unutturacak denli eksiksiz ve kusursuz, sancısız ve ağrısız, sessiz ve gürültüsüz verildikleri için ayrıca teşekkür borçluyuz verilenlere.
Bize cömertçe veren, bolca veren, verdiğini bile hissettirmeyecek kadar sessizce veren, en çok gafletimizden dolayı şükür bekliyor olmalı bizden. Gaflete düşecek kadar başa kakmaksızın verdiği için en çok da gafletimiz yüzünden şükür borçlanıyoruz O’na. Şükredemediklerimize, şükretme ihtiyacı duymadıklarımıza da şükürler olsun diye..Gafletin bile üzerimize sessizce serilmiş sıcacık bir yorgan, omuzlarımıza şefkatlice sarılmış bir şal olduğunu görebilelim diye. En çok “Benim” sandıklarımızı, “Bana verilmiştir” demeyi bile unuttuğumuz bedenimiz üzerinden bize tattıran işte böylesine nezaketli bir cömerttir, Cevad’dır, Muhsin’dir, Latif’tir, Kerîmdir.
Hiç olmazsa, unutabildiğini unutma.

2 yorum

senai demirci yazıları

[color=red]"her güne bir dua" borçluyuz[/color]

Kelimelerin kalbine hikmet koyduğu için de şükrettik mi Rabbimize? Gözümüzü gözümüze göstermediği için de hamd ettik mi Rabbimize? Ummadığımız halde bizi ebede aday ettiği için minnet duyduk mu Rabbimize? En acınası halimize, yokluğumuza, herkesten önce, hatta kendimizden bile önce, herkesten daha çok, hatta kendimizden de çok şefkat edip bizi var kıldığının farkında mıyız Rabbimizin? Sessizliğimizi en güzel dua bilip dil,damak, dudak verdiğini hatırlıyor muyuz Rabbimizin? Yeryüzünde gördüğümüz en eski şeyi her sabah en taze şey eyleyip ufkumuza sessizce getiren Rabbimize her gün en az bir dua borçlu olduğumuzu biliyor muyuz?

03.06.2008 - beyaz.nur

senai demirci yazıları

Kabuğun altında Sen kanayansın…

Amerika’dan Arzu İpek kardeşim yazmış… “Kur’an niye bu kadar kalın?” yazısına birkaç paragraflık yorum. “Müddessir” koymuş başlığını.. “Müddessir”, yani “örtünen”. Soruyor: “Muddessir suresinin saf örtüleri içinde hiç çocukluğunuzu bulduğunuz oldu mu?” Cevabın ipucunu veriyor hemen. Telaşlarımın sakladığı, alışkanlıklarımın gözden ırak tuttuğu bir küskün yanım, bir eski yaram kanamaya başlıyor. “‘Kalk, örtüye bürünerek saklanan!’ diye başlıyor ayet. Bu uyarıyı duyunca, bir çocukluk telaşı düşüyor hatıralarıma. Bir dolabın ardına yahut masanın altına saklanmış titreyen bir yürek oluyorum. Efendimiz Aleyhiselâtüvesselâmı düşünüyorum.”
Kalbimi/n ağlarına doladı bu son cümle.Kalbimi daladı. Bir çocuk kalbini göğsüme koyarak da anlamaya çalışmalıydım “örtüneni”. Ama nasıl? Masanın altına saklanmış titreyen o çocuk yüreğinin odacıklarına akıp duruyor hayalim. Dalıyorum; ama korkup geri kaçıyorum. Biliyorum; ben yazmaya çalıştıkça o kalbin kıpırtıları zayıflayacak ki, ben tarif ettikçe, o sessiz, o isimsiz, o tarifsiz, o eşsiz titreyiş ucundan kıyısından tahrip olacak. (Tarif etmek, tahrif etmek de demektir.) Masanın altında kalan o titreyişi “masaya yatırmak” ne kadar incitici bir zorunluluk?
Neden saklanır çocuk? Utanır da ondan! Utanır çocuk. Utanır çocuklar. Çünkü, hiç beklentisizdirler. Hiç hesapsızdırlar. Bir şeyi hak ettiklerini düşünmezler. “Nasılsa ben kazandım!” edasında olamazlar. Kendilerine verileni sıradan bilmezler. Sonsuz bir minnettarlık göğünde ağırlandıklarını dillendiremeseler de derinden hissederler. Sevinç eşikleri o kadar düşüktür ki, ne taşarsa oradan sınırsız bir tebessüme bürünürler, lekesiz bir mutlulukla gülerler.
İşte kırklı yaşlarında bir insan. Sadece şükür telaşında. Hiç bitmez teşekkürler derdinde. Ayaklarını çekinerek basıyor yere. Gözlerini utanarak gezdiriyor göklerde. Her nefesi eşsiz ve sessiz bir hediye bilerek ağırlıyor göğsünde. Kalbinin kıpırtısının bile kendisine duyurulmamasını sonsuz bir cömertliğin dokunuşu olarak okuyor. Verirken, verdiğini bile unutturacak denli sessizce ve teklifsizce verenden utanıyor o titreyen çocuk kalbi. Yağmur tanelerini misafir ediyor saçlarında göğsünde. Diyor ki, “Onlar henüz Rabblerine verdikleri sözü unutmadılar!” Yağmur yağmur sevinç olup yağıyor üzerimize. Bir damla bile taşırmaya yetiyor ağzına kadar dolu minnet bardağını.
Sadece minnetini ifadeye ayırıyır vaktini. Tam mesai kullukta. Kulluğun ötesi peygamberlik olabilir mi? O ötesini düşünmüyor minnettarlık duygusunun yamaçlarını canhıraş tırmanmaya çalışırken. Yalnızca şükür kaygısında. Şükrün karşılığı “En Sevgili” olarak el üstünde tutulmak mı? Karşılığını hesap ettirmiyor içine sığdıramadığı sonsuz memnuniyetler.
Çocuklar da öyle değil midir? Büyüklerin alışverişlerindeki karşılıklılık ve dengeyi aramaz onlar. Öğrenememişlerdir bir şeyi hak edeceklerini. Akıllarına getirmezler bir iyiliğin altından kalkabilecek bir karşılıkta bulunabilecekleri.
Ümmî O. Saf bir teşekkür dili. Duru bir şükür ırmağı. “Peygamberlik gelecekse benim gibi şerefli birine gelmeli!” diye bir an bile geçirmiyor içinden. “Bana ‘emin’ diyorlar madem, lider ben olmalıyım!” türü hesapların noktasına dokunmuyor aklı.
Akıyor sadece. Aktığını bilmeyen bir ırmak gibi. Çağlıyor sadece. Denize yaklaştığını hesap etmeyen bir çağlayan gibi. Dallanıp budaklanıyor sadece. Güneşe uzandığının farkında olmayan bir ağaç gibi. Büyüyor sadece. Büyüdüğünü bilmeyen bir çocuk gibi. Hacmini artırdıkça, genleşip sınırlarını zorladıkça çeliği bile parçaladığını fark etmeyen su gibi.. Övülmeyi en çok hak ettiği halde, övünmeye vakit ayıramıyor. Övülmeye değer işler yaptığının hesabına koyulmuyor. Övülesi olduğunu bilmiyor. Ümmî kalıyor.
Ümmîdir O. “Peki ya sonra..” demeye fırsat bulamayacak kadar önceliyor minnettarlığını. “Hani ya benim ödülüm!” diyememecesine sevincinin içinde kayboluyor, dilsizleşiyor. Hâliyle, varlığıyla, edasıyla, tavrıyla, duruşuyla, susuşuyla dil oluyor. Keskin bir dil. “Hamd” oluyor baştan ayağa, tepeden tırnağa. Ete kemiğe bürünüyor “hamd”; “Muhammed” diye görünüyor. Öyle ki, Muhammed’den hamd’i çıkarsan geriye bir şey artmıyor. Hamd olmayan bir hali yok. Varedildi diye utanmadan geçirdiği bir an yok. Kendisine istemeden verildi diye mahcup olmaksızın durduğu bir yer yok.
Elçiliğe lâyık görüldüğü halde, beklemediği bir makama oturtulmuş birinin mahcubiyetiyle çocuklar gibi masa altına saklanıyor. “Örtünüyor.” Vahye muhatap olduğunda, Cebrail’le yüzleştiğinde, hiç hak etmediğini düşündüğü ödülün utancıyla yüzünü perde arkasında tutuyor. Utanıyor.
Her birimiz üzerinde titreyen, kılımıza zarar gelsin istemeyen o ana yürekli “ümmi”nin titrek kalbinin nabızlarını göğsümüzde yeniden hissetmek için masa altına saklanan beklentisiz çocuk masumiyetini titreyen kalbimizle keşfetmemiz gerek. Kur’ân’ı güya saygı adına örtüp duvara asıp kendimizden saklamak yerine, “Nasıl oldu da Rabbim beni adam yerine koydu?” şaşkınlığıyla, mahcubiyetiyle “örtünen”lerden olmamız gerek. Kabuk bağlamış duyarsızlığımızın altında kanayıp duran o kutlu sevgilinin utanmasıyla yeniden örtünmeliyiz. Masa altına saklanan çocuklar gibi…

03.06.2008 - beyaz.nur

Konular