Azgın zengin KARUN

[b]İz Bırakanlar
Ahmet Sırrı Arvas

Azgın zengin KARUN

Kârûn, bir zamanlar Firavunun temsilcilik yapar. Emri altındaki İsrailoğullarını inletir, amirine yaranmak için kavmine etmediğini bırakmaz.
Ancak Hazret-i Mûsâ’ya inandıktan sonra (zaten akrabadırlar) pişman olur, kendini ilme ve ibadete verir. Tevrât’ı ezberler ve okumaktan zevk duyar.
Dile kolay tam kırk yıl dağları bayırları mekân tutar, gece gündüz ibadet yapar. İşte İblis ona bu esnada musallat olur, abid gibi görünüp dostluğunu kazanır. İpleri yavaş yavaş ele geçirir ve ufak ufak vesvese vermeye başlar.
Önce şehre indirir, sonra insanlar arasına sokar. “Sadaka da verirsin, hayır da yaparsın” bahanesi ile mal toplatmaya başlar.

Kibir
Hele Mûsâ aleyhisselâmdan kimya ilmini öğrenince paraya para demez, kazandıklarını istifleyecek yer arar.
Gelgelelim fakirlikte verdiği imtihanı, zenginlikte başaramaz. Malıyla birlikte hırsı da artar, gece gündüz altın peşinde koşar, her tarafa el atar. Terazi, kantar hileleri derken zulüm ve baskıyla mülk zaptetmeye başlar. Etrafında paragözler peydahlanır, ne yaparsa alkışlar, methiyeler yağdırır, zıvanadan çıkarırlar.
Kârûn âlimdir ama ilmiyle yaşamaz. Kadınlar gibi mücevherler takar, salına salına yürür, göğsünü gururla kabartıp boynunu geriye atar. Çevresindeki çulsuzlara zavallı ve sefil mahlûklar gözüyle bakar. Kuyumcu vitrinini andıran beyaz atına alâyişle kurulur. İki yanında merasim kıtası, cariyeler, muhafızlar...
Düşünün sadece hazinelerinin anahtarlarını 40 katır taşır, malı mülkü hesaba sığmaz.
Elbette ona özenenler de çıkar. İhtişamına aldanır “ne olurdu bize de böyle servet verileydi” diye mırıldanırlar.
Konuşmak parayla derler ya, Kârûn artık herkese akıl satar. Ancak nasihatten hiç hoşlanmaz, hoş kaale de almaz. Gün gelir halkın Mûsâ aleyhisselama olan hürmetine dayanamaz, hiç değilse Hazret-i Hârûn’un makamında (Hibirlik) bulunmayı arzular. Öyle ya ilimse ilim, malsa mal, şöhret itibar istemediğin kadar...
Elbette bu makamın Allahü teâlâ tarafından verildiğini o da bilir ama kabule yanaşmaz. Hârûn Aleyhisselam’ın yerine geçmek için Hazret-i Mûsâ’yı üzüp zorlamaya başlar. Büyük Nebi münakaşaya mahal bırakmayacak bir yol bulur. İsrailoğullarının reislerini toplar, “bastonlarınızın üstüne adlarınızı yazın mescide bırakın. Kimin ki yeşerirse hibir o olsun” buyururlar. Sabah bakarlar hepsi kupkuru lâkin Hazret-i Hârûn’unki adeta fidan. Körpecik sürgünler, yeşil yeşil yapraklar...
Kârûn bu açık işarete rağmen diklenir, çekip kapıyı çıkar.

İftira
O güne kadar her istediğini elde eden şımarık, bu serveti ilmiyle maharetiyle kazandığını sanır. Nankörlük işte, kendine kimya öğreten Mûsâ’yı (Aleyhisselam) çoktaaan unutur, adını bile anmaz.
İşte tam o sıralar Allahü teâlâdan bir emir gelir, elbiselerinin dört yanına gök mavi şeritler takmaları bildirilir ki, yaratıp yaşatanı hatırlayalar. Bu emir Kârûn’un ağırına gider, “yani efendiler de köleleri gibi mi giyinsinler” der, itaatsizlik yapar.
O günden sonra açıkça muhalefete başlar. Serapa altından bir bina yaptırır, akla gelmedik taamlar hazırlatır, görülmedik sofralar kurar. Halktan bazıları bu şölenlere katılır, yer içer dünyadan kâm alırlar. Onun şatafatına aldanır, pembe hülyalara dalarlar.
Bu saltanat bir süre devam eder, ta ki Cenab-ı Hakk’tan zekat emri gelinceye kadar. Kârûn uzun uzun hesap yapar, ancak servetinin küçücük bir kısmına bile kıyamaz. Sağda solda “Mûsâ’nın her dediğine uydunuz, şimdi de elinizden malınızı almak istiyor” diye konuşur ve taraftar toplar.
Yetmez, Allahü teâlânın elçisini gözden düşürmeye kalkar. Gider bir fahişe bulur, “eğer Mûsâ benimle zina etti dersen seni himayeme alır, hanımlarım arasına katarım” teklifinde bulunur ve önüne bin dirhem gümüş (diğer rivayete göre bin altın) koyar.

İtiraf
Ertesi gün büyük bir kalabalık toplar, Mûsâ aleyhisselama “bize nasihat etmez misin” diye haber yollar. Büyük Peygamber davete icabet eder ve vaaza başlar. Hırsızlık yapmayın, iftira etmeyin, derken mevzu gelir dayanır zanilere uygulanacak cezalara...
Kârun “tam yeri” deyip ayağa kalkar ve aklı sıra taşı gediğine koyar. “Orasını anladık” der, “peki sen yaparsan?”
- Şeriat ortada... Ben de yapsam değişen bir şey olmaz.
- İyi ama filan kadın seninle düşüp kalktığını söylüyor.
- Çağırın gelsin, dediği gibiyse cezamı çekmeye hazırım.
Apar topar kadını bulur karşısına çıkarırlar. Hazret-i Mûsâ “denizi yarıp yol yapan ve Tevrâtı indiren Allahü teâlâ hakkı için doğru söyle” der, “ben bunların dediği gibi bir şey yaptım mı?”
Kadıncağız nübüvvet nuru ile bakan yüce Nebinin asil yüzünü görünce tevbekâr olur ve “hayır” diye haykırır, “Kârûn iftira etmem için çok para verdi, keseleri de filan yere sakladım!”

İbret
Derin bir sessizlik...
Mûsâ Aleyhisselam secdeye kapanır, ağlamaya başlar...
Emir gelir: “Başını secdeden kaldır!”
Ve beklenen çağrı: “Ey İsrailoğulları Allahü teâlâ beni Firavuna yolladığı gibi Kârûn’a da yolladı. Ona uyan onunla kalsın, benimle olan ondan ayrılsın!”
Gelip yanında saf tutarlar. Sadece yüreği dünya sevgisi ile çarpan iki aç gözlü Kârûn’la kalır, o kadar.
Ne zaman ki Mûsâ aleyhisselam “Ey toprak onları yut” buyurur, önce bellerine, sonra boyunlarına kadar zemine batarlar. Ve yerin dibine geçip helâk olurlar.
Ancak İsrailoğullarından (mucizeyi görmelerine rağmen) “malına mülküne el koymak için Kârûn’u batırdı” diye düşünenler çıkar.
Mûsâ Aleyhisselam döneklere fitne fırsatı tanımaz. Zikrolunan malın mülkün de hak ile yeksan olması için el açar.
Allahü teâlâ Kârûn’un sarayını ve hazinelerini de toprağa gark eder, o muhteşem servetin izi nişanesi kalmaz.
[/b]

Konular