İhlas Suresi'nin Getirdikleriyle Gidenler

[size=18px][b]İHLÂS,RAB İLE kul arasındaki intisabın bir gereği olarak,kulun Rabbine katıksız,saf ve doğrudan bir muhatabiyetini ifade eder.Bir başka tarifle,kulun rabbinden emin oluşunun bir ifadesi,bir ismi olan kalpteki 'iman'ın yaşamsal bir tezahürüdür.
Yalnızca O'na yönelmiş bir yaşantının gereği olan 'ihlâs'ı zedeleyen, hatta tamamen iptal ederek, bu kainatın Rabbine yönelmesi gereken takdir,teşekkür,hamd gibi duyguları ve dua gibi yakarışları tamamen başka yönlere çeviren, esbaba dağıtarak yokluğa gömen bazı arazlar mevcuttur.Bunların tamamını '..izm'ler diye özetlemek mümkündür.İşte bu '..izm'lerden İhlâs Suresinin aydınlığında --güneşin doğmasıyla karanlığın yok olması gibi-- yok olanlar,bu yazının konusudur

[color=red]I. Determinizm:[/color]

Esbabperestlik.Sebeplere tesir vererek,sonuçları sebeplerin yarattığını iddia eden görüş..
Bu zehirin panzehiri 'besmele'dir.
Evrende durağanlık yoktur.Herşey,heran hareket halindedir.Bu kompleks harekette,sebep ile sonuç aynı anda vardırlar.Sebep ile sonucun birlikteliği söz konusudur.Sebeplerin yokluğunda sonuç oluşmaz, bu doğrudur.Fakat sebebin yokluğunda sonucun oluşmaması,sebeplerin sonuçları yarattığına dair bize hiçbir ipucu veremez.Sebep-sonuç ilişkisinde,sebepten sonuca doğru bir akışın varlığını gözlemliyoruz,bu da doğrudur.Zamanlaştırılmış bir evrende,sebeplerin sırf sonuçtan önce gözleniyor oluşu,sebeplerin sonuçlara tesirinin olduğuna dair bir iddia hakkı da vermez.Aksine, her an hareket halinde olan evren,oluşan sonuçları,hemen akabinde sebep haline getireceği için bu bir çelişkidir.Sırtını sebeplere dayadığımız bir yaratılma hali,bir an önce hakim olan bir unsuru,bir an sonra mahkum haline getirir ki;hem her şeye mahkum bir sonuç,hem de hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı için harekete geçmeye mecbur da olmayan bir sebep kanununu,hâkim bir kudret gibi kabul etmeye bizi zorlar.

Her an hareket halinde olan evrenimize,harekete geçmesine ihtiyacı olmayan sebeplerin yön verebilmesi mümkün değildir.Her an hareketin olduğu bir evrende,her an yaratılma hali de vardır ve sebeplerden çok öte, --yatay değil dikey bir ilişkinin-- hareket noktasına ihtiyaç duyulmaktadır.Bildiğimiz veya bilmediğimiz bütün mahlukat türlerinin dışında,dikey bir bağlantı noktası olmadan, sebeplerin sonuçlara doğru birlikte akışı mümkün değildir.

Zamanlaştırılmış bir evrende,önce ve sonra kavramları mutlak olamaz.Zaman dediğimiz boyut,hareket neticesinde oluşur.Hareketin değişmesi zamanı da değiştirir.Mesela, ışık hızı gibi bir harekette, önce ve sonra kavramları yer değiştirir. Sonuç önce, sebep sonra gözlenmeye başlar.Zaman bize göre tersine işler.Karadeliğe düşeli milyonlarca yıl olmuş bir yıldızı,onun için biz hâlâ var görürüz.yıldız bize göz kırpar durur,ama aslında yerinde yeller esiyordur!Neticede,sebep sonuç arasında gözlediğimiz birbirine yapışıkmış gibi olma hali,sebeplere hiçbir zaman sonuçları yaratma kudretini vermemektedir.tıpkı, uzaktan bakıldığında bitişikmiş gibi görünen ufuk çizgisinin, aslında yer ve gök arasındaki mesafe kadar uzak oluşu gibi.İşte bu doldurulamayan mesafeyi ise,ne sebep ne de sonuçtan tamamen farklı bir kudretin kaplaması gerekir ki,sebebin eli sonuca uzanabilsin.Yani o sebebinin gerektirdiği sonuç vücuda gelebilsin.
Kısacası,evrende bir sebepler çizgisi vardır.Belli sebepler belli sonuçlardan önce gelir.Sonuçlar da belli sebepleri takip eder.Sebep-sonuç bağlantıları,sebep ve sonuçtan tamamen farklı ve aşılması mümkün olmayan bu yatay ilişkinin dışında,dikey bir bağlantı ile bir araya getirilmektedir.Sebep sonuç,bir 'birlikte yaratılmışlık' halidir.Bir yaratıcı ile,sebeplerle sonuçların arasına böyle bir dikey bağlantıyı sağlayacak destek noktasını koymaz isek,evrenin ve evrendeki varlıkların hareketini açıklama imkanımız da kalmayacaktır. Oysa heran,herşey hareket etmektedir. Öyleyse,sebep sonuca aynı anda hükmeden,çizgisel değil dikey bir irade olmak zorundadır.Bize bu dikey iradeden haber veren,her türlü eylemin başlangıç şifresi 'besmele'dir.Evrenin her tarafına dal budak salmış olan 'hareketlenme kanunu' besmele ile,potansiyelden kinetiğe dönmektedir.

İşte bu panzehir,sebeplerin sonuçları yarattığı vehmini kökünden keser,atar.Sebep sonuç arasındaki sonsuz yatay mesafe ancak 'besmele' yani Allah'ın adıyla aşılır.Deterministlerin zannettiği gibi, mekanistik bir öncelik-sonralık ilişkisiyle değil! Sebepler ile sonuçlar arasına konmuş olan ilişkiler,sırf insan için dizayn edilmiş,akıllı bir mahluk olan insanın Yaratıcısını ve O'nun maksatlarını gereğince kavrayabilmesi için konmuş dileyiş tarzlarıdır. Yani sebepler vardır, ancak bir tesirleri yoktur.

Yaratıcının sonuçları yaratmak için sebeplere veya başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Fakat, Yaratıcısını tanımakla ancak manasını bulan ve öte alemlerde kendisine sonsuzluk iksirini sunacak açılımları bu sayede kazanacak olan insanın, sebeplerle sonuçların arasındaki ilişkilere ihtiyacı vardır. Allah'ın varlığına dair emareler, Allah'ın kanunları merak edilerek delillendirilir. Her şeyin sonlu olduğu bir evrende, sonsuz olan Yaratıcının varlığı bu sayede bilinebilmektedir.
En küçük bir zerreden en büyük galaksilere kadar her şey, o İlahî şifrenin eman vermesiyle necat bulabilmektedir, harekete geçmektedir. Varlık sahasına çıkmış her ne varsa mânen / hâl diliyle 'bismillah' demektedir. Yaratıcısız olmaz ilanını etmektedir.
Peki, bu nasıl bir Yaratıcıdır?!..

[color=red]II. Ateizm:[/color]

Dinsizlik. Müteâl bir yaratıcıyı her koşulda alenen reddetmek.
Bunun panzehiri, 'de ki' anlamına gelen, İhlâs Suresinin birinci kelimesidir. Yani, 'kul' kelimesidir.
Diyebilen Birinin varlığı ve kendisini bildirmesi, ateizme son noktayı koymak demektir. Çünkü, 'Kelam' yani konuşmak, en gelişmiş varlık yeteneğidir. Konuşmak; görülmese bile ancak var olan birinin işi olabilir. Öyleyse, şu âlemde görünmediği halde konuşan ancak vacib-ul vücûd olandır. Aynı zamanda canlı ve diri olmayı yani hayy-ı kayyûm olmayı gerektirir. Ayrıca ilim sahibi olmayı, kudreti, iradeyi, işitmeyi ve görmeyi... Ne kadar üstün vasıflar varsa hepsini üzerinde toplamayı gerektirir.

Madem ki her şey, dikey bir yaratıcı bağlantısı olmaksızın mutlak manada âcizdir ve fakirdir. Ve manen 'bismillah' diyerek varlık sahnesinde ancak boy göstermeye başlayabilmektedir, her şeyin kabiliyetine göre ihtiyacına cevap verilmesi gösteriyor ki; ihtiyaçlar, her bir şeyle, her an, hiçbir iş diğer bir işe mani olmaksızın tabir caiz ise, kudsî bir tekellüm yani konuşma dahilinde karşılanıyor, veriliyor.
Demek ki, her şey bir tek şey gibi nazarı altında olan Biri tarafından, her bir mahlukla onların kabiliyetlerine göre ayrı ayrı ve tek tek kelam ediliyor, onların ihtiyaçlarına bizzat cevap veriliyor..
Peki, konuşan bu Yaratıcı'nın konuşmasının içeriği nedir?!..[/b][/size]

2 yorum

İhlas Suresi'nin Getirdikleriyle Gidenler

[size=18px][b][color=red]VI. Ampirizm:[/color]

Deneycilik. Bilginin tek kaynağının, görmeye dayalı deneyler olduğunu savunan görüş.
Bu zehirin panzehiri ise, 'iman-ı tahkiki'dir. Yani, 'hiç bir şey O'nun dengi olamaz' anlamındaki altıncı kelamdır. İşte bu denkliğin olmadığının zihinlerimizde sağlanması, ciddi determinasyonlara ve belirsizliklerle alıştığımız bu asırda ancak iman-ı tahkiki ile olabilmektedir.

İnsan fıtratı, Allah'ın sonsuz isim ve sıfatlarına mükemmel bir ayna olabilecek dizaynda programlanmıştır. Bu entegrasyonu sağlayacak yetenekler bünyesine dercedilmiştir.
İman ise, açık seçik görülene, perdesiz olana inanmak değildir. Çünkü, bu bir meziyet değildir. Aksine iman insana verilmiş bin bir türlü kabiliyet ve yetenekleri kullanarak, görmediğinden emin olabilme halidir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, olmayan bir şeye inanmak(!) değil, aşikâr hale gelmemiş bir hakikate indirekt erişme kabiliyetidir. İşte, bu bir mertebedir, meziyettir.
İnsan akıl edebilir olmasının gereği olarak "ben bunun böyle olduğunu biliyorum ama inanmıyorum" diyemez. Fakat, "ben bunun böyle olduğundan emin değilim, ama inanıyorum" diyebilir. İnanmak bir ön kabuldür. Delilin yokluğunda ortaya çıkan bir inanç halinin ifadesidir.
Şu topraklarda yaşayan insanlara " Allah'a inanıyor musunuz" diye sorulsa, çoğunun cevabı "evet" olacaktır. Ancak soru, "Allah'ın varlığından emin misiniz" şeklinde değiştirilse, insanların çoğu bu soruya aynı oranda ve berraklıkta "evet" diyemeyecektir. Bunun sebebi, inanmakla emin olmanın neticede aynı şey olmamasında gizlidir.

"Ahirete inanıyor musunuz" sorusuna verdiğiniz cevapla "ahiretin varlığından emin misiniz" sorusunun cevabı aynı netlikte ise, bir eminlik hali, yani mü'min olma söz konusudur. Mümin, tanımı gereği emin olandır. Şüphelerle yüzleşmeyen biri için bu hal inanç basamağında elbette ki sağlanabilir. Ama şüphelerin kol gezdiği, İslâmın en temel prensiplerinin tartışıldığı bir ortamda, ancak delili olan emin olabilir. Böyle bir vasatta eğer etkilenme gerçekleşmiş ise, delilsiz eminlik hali oluşamaz. Kabuller söz konusu olmaya başlar. Kişi bu durumda bir inanç halini yaşar. Ama emin değildir. Şu durum, tam bir iman hali olmadığı gibi kesinlikle bir küfür hali de değildir. Bir ara dönemdir. Taklidî bir iman evresidir. İmanda kasıt ve irade arandığı gibi küfürde de kasıt ve irade şarttır. Küfür hali için, kabullerin de yok olması veya yokluğun kabulü gereklidir.

İman-ı taklidî sahibi kimseler; kâmil bir mü'min olmaya ciddi aday, tahkik ehlinin inceden inceye tetkik edilmiş delile dayalı sözlerine çokça muhtaçtır. Böyle biri, sebepler-tabiat-rastlantı şeytan üçgeninin anaforlarına kapılmaya açıktır. Küfür gibi dipsiz bir kara deliğe düşmemekle birlikte, İblis'in gaybî haberlere dair hırsızlamalarına, yani vahyî gerçekle karşı gözlerinin köreltilmesine karşı çaresiz kalmıştır. 'İman-ı taklidi' tanımı işte durumlardan bir an önce çıkması gereken insanlar için söylenmiş, şefkat kokan ve dua yüklü bir deyim olarak karşımıza çıkıyor. Tahkîki bir imanın meyvesi olan iman hakikatleriyle karşılaştıkları zaman, en ciddi mânada muhatap olanlar, yine bu grubun fertleridir. Çoğunluk işte bu alacakaranlık kuşağında yollarına devam etmeye çalışmaktadır. Üstelik de, ihtiyaçlarının çoğunlukla farkında olmayarak...

İman-ı taklidi, imanla küfür arasındaki, fakat kesinlikle bir küfür halinde olmayan alacakaranlık kuşağının adıdır. Şu ahirzaman şartları içerisindeki hemen her insan, ama şöyle ama böyle bu dönemi yaşamıştır. Kimisi için bu ara dönem yerini birkaç dakikada iman nuruna bırakırken, kimisi için de ömür boyu çıkamadığı bir berzah olarak kalır. Ebu Süfyan gibi ömrünü sahabe olarak noktalamış insanlar için iman-ı taklidi evresi yıllarca sürerken, Hz.Ömer gibi zatlar için bu ara dönem birkaç dakika almıştır. Hz.Hatice gibileri içinse birkaç saniyede noktalanmıştır. Maalesef İblis'in oyunları ile kabullerin çatırdadığı ve delillendirilemediği için çöktüğü bu zamanda, bu alacakaranlık kuşağından bazen gerisin geri küfre dahi dönülebildiği gözlemlenebilmektedir. Kavl-i leyyin ile, yumuşak ve tesir edici sözlerle ulaşamadığımız, iman hakikatlerine muhatap edemediğimiz her taklid-i iman sahibinin yaşayabileceği en ciddi tehdit budur ve işte tam bu noktada hepimizi sorumlu tutacak bir mesuliyet gizlidir.

Emin bile olsak ama bu eminlik halini yansıtamıyorsak, muhatabımıza ulaşamayacağız demektir. Kısaca, "Allah ve ahiret var" deme mesleği olarak da tanımlayabileceğimiz Risalet-i Ahmediye(a.s.m.)'yi, onun en limitteki yansıması olan iman hakikatlerini başkalarına da ulaştırma hizmetini ifa edecek ehl-i feragata ihtiyaç vardır. Artık, çoğunluğun anlayabileceği ve kabul edebileceği bir dil ile sunma gayretinin olmazsa olmazımız haline gelmesi şarttır. Zira, taklidi imanların çatırdayarak çöktüğü şu ahir zamanda, en ciddi destek ve fayda düşünen bir akıl ve gerçeği tasdik eden bir kalp ile iman hakikatlerine muhatap olmaktan geçiyor.

Öyleyse, tahkiki bir nazarla, inceden inceye tetkik ederek, insanî yetenek ve meziyetlerimizi kullanarak çıkaracağımız sonuçlarla, gaybi olana yani bizce meçhul bulunan hakikatlere peygamberler ve getirdikleri kitaplar yardımıyla, vahyin ışığında erişmemiz mümkün demektir ki, buna İslâm terminolojisinde 'marifetullah' denmektedir. Yani marifetullah, Allah'ı sanki görüyormuş gibi bilme yetisi veya eserden müessire, eser sahibine ulaşabilme melekesidir.
Esasen, içinde bulunduğumuz bilgi çağında insan gördüklerinin kat kat üzerinde görmediği şeylere inanabilir bir donanıma erişmiş durumdadır. Hangimiz atomların varlığını görerek tasdikliyor, radyo dalgalarının mevcudiyetine gözleyerek hüküm veriyor? Varlığı bizce meçhul olan nice kavram var ki, onların var olduğuna en ufak bir şüphe duymuyoruz.

Gerçi, günümüz bilim adamlarının halen derdi; aklı kullanmak değil, aklı vahye karşı kullanmaktır. Bu noktada bilimin tarafsız olmadığı, zan altında hükümler verdiği gerçeği ortaya çıkmaktadır. Belki gelecekte tahkîke dayanan, inceden inceye tetkik ederek delillendirilmiş bir imanî bir düşünüş yöntemiyle, insanı marifetullah denen mertebelere çıkaracak açılımları yakalayarak bilim hakiki mecrasına çekilebilecektir.

Özellikle ampirizm, günümüz müminlerine çok değerli bir kavramı istemeden hediye(!) etmiştir: Olaylara tahkîki bir nazarla bakmak gereğini. Delile dayalı bir imanî donanıma erişmek zaruretini. Şu durumda,tahkiki bir iman, günümüz insanının en vazgeçilmez bakış tarzı olmalıdır. Emareleri de hali hazırda görülmeye başlanmıştır. Böylece ampirizm, kendi kazdığı çukurda boğulmuştur!

Özetle;

Taklidi bir iman der ki: İnanıyorum.. Ama emin değilim. Tahkiki bir iman da der ki: Eminim.. İşte delilim!
Görmediğine iman etmenin armağanı,emin olduğunu görmektir. İhlas suresinin nazarımıza iliştirdiği, küfürden imanî donanım metodlarına doğru olan bu serencam, ilk çağlardan günümüze değin küfrün izlediği kronolojik seyri de özetlemektedir. Bu cendereden çıkış yolunun ise, fert fert bütün mü'minlerin imanî bilgi donanımına erişmeleriyle açılaçağı ikaz edilmektedir.

Şu an, bilgi-uzay çağında bulunmaktayız ve İslam tarlasında biten felsefeden ithal edilmiş ayrık otlarını temizlemeye çalışıyoruz. Öyleyse, iman ta'limi ve hizmeti, geçmiş dönemlerin aksine sadece ilahiyatçıların değil herkesin görevi olmalıdır.
Madem ki İhlas suresi bir hadisin bildirdiğine ve aklımızın gördüğüne göre, Kur'an-ı Kerim'in özü ve özetidir. Öyleyse tüm bu '..izm' lerden yüz çevirerek, sebepler-tabiat-rastlantı zindanlarından İhlas Suresi ile Kur'anın nuruna çıkmak mümkündür.
Değilse,'..izm'lerin başladığı yerde o nurlar gizlenir ve karanlıklar içinde kalıverirsiniz.
İhlas Suresi'nin ışığında görünen o ki, O Allah hepimizin rabbidir. Görerek tasdik etsek de, gözlerimizi kapatarak inkâra yeltensek de...[/b][/size]


Aykut Tanrıkulu

KAYNAKLAR:
1. Risale-i Nur.. (Said Nursi)
2. Karakalem.. (Metin Karabaşoğlu)
3. Felsefi kavramlar üzerine.. (Ömer Sevinçgül)
4. Bilimin marifetullah boyutları.. (Yamina Bouguenaya)
5. Kur'an okumaları.. (Metin Karabaşoğlu)
6. İblis Tuzakları II/ [url]www.karakalem.net[/url] (Salih Özaytürk)
7. Bilimin öteki yüzü.. (Senai Demirci, M.Karabaşoğlu, Y.Bouguenaya)
8. Hak dini Kur'an dili.. (Elmalılı Hamdi Yazır)

30.06.2008 - selimbay

İhlas Suresi'nin Getirdikleriyle Gidenler

[size=18px][b][color=red]III. Politeizm ve Panteizm:[/color]

Birincisi, Putperestlik.. Çok tanrıcılık.
İkincisi, Evrenle tanrıyı aynı şey kabul eden akım.
Bunların panzehiri, ikinci kelâm olan 'Allah'ın Ehadiyeti'dir.
Varlık sahnesinde boy gösteren her ne varsa eşsiz dir, 'tek'tir. Yine madem ki her şey hareket halindedir, öyleyse her bir şey her an yaratılıyor demektir. Öyle ise her bir şey ve her bir iş; her bir şeyin her haline her an, mütemadiyen nazar edebilen Birinin işi olabilir. Bu ise her bir şeydeki ehadiyyetin ifadesidir. Bu ifadeler varlıklardaki 'Ehadiyet mührü'nün tâ kendisidir.

Gözümüzle görüyoruz ki; mahlukatın türleri farklı farklı olduğu gibi, her bir ferdin dahi kendisini diğerlerinden ayıran bir alâmeti bulunmaktadır. Simalarımızın farklılığı, karakterlerimizin çeşitliliği, parmak izlerimizin sonsuzda bire uzayan eşsizliği... hep bu 'Ehadiyyet' cilvesinin mühürleridir. Öyleyse, ister zerre olsun ister kürre olsun, isterse semek(balık) olsun ya da melek olsun, her şey hilkat ağacının farklı birer meyvesi konumundadır. Haliyle eşsiz dir, varlığıyla tek tir.

Kısacası, her bir mahluk 'Bismillah' diyerek başladığı hayat serüveninde, gösterdiği her bir poz için manen 'HüvAllahü ehad' demektedir. Bizim evrende gözlediğimiz eşsizlik ve mükemmelliğin hâl dilindeki tercümanlığını etmektedir.

Ehadiyyetin varlık alemindeki yansıması bile böyle eşsizliği ve tekliği netice vermişken, Yaratıcıyı birden çok farzetmek veya evrenle tanrıyı aynı şey kabul etmek, gözlediğimiz evrende yeri olmayan hezeyanlardır. Maddeye o derece kıymet verip, her şeyi maddede görmek ve hatta uluhiyeti dahi onda meczetmek, insanda var olan ibadet etme eğiliminin adresini şaşırmasından başka bir şey değildir. İnsanlarda ibadet, fıtri bir kanundur, bundan kurtulamazlar. Fakat gerçek ma'budu, ibadet edilecek olan gerçek Yaratıcıyı göremeyince, gözlerinin gördüğü, ellerinin eriştiği her şeyden mecburen kuvvet dileneceklerdir. Hiç olmazsa bir öküz veya öküzün altında buzağı arayacaklardır. İşte politeizm'in ve panteizm'in zavallı düsturları bu yanılgıdan kaynağını almaktadır!

[color=red]IV. Materyalizm:[/color]

Maddeperestlik. Her şeyi maddeyle açıklamaya çalışan ve maddi varlıkların dışında hiçbir varlığı kabul etmeyen düşünce sistemi.
Bu zehirin panzehiri, üçüncü kelam olan 'Allah'ın Samediyeti'dir.
Her bir mahluk, varlığını devam ettirebilmek için, sonsuza uzayan bir ihtiyaç silsilesine muhtaçtır. Vücut sahasında kalabilmek için gerekli olan ihtiyaç listesini alt alta yazmaya kalksaydık, ne kalem yeterdi ona, ne de kütüphaneler dolusu defter! Ömrümüz tükenirdi de o listenin sonunu yine getiremezdik.

Mahlukatın varlık sahnesinde yaptıkları tesbihatlar, o sonu gelmeyen listeyi terennümleri değil de nedir? Demek hiçbir maddi silsile ezeli değildir. Çünkü 'imkan' bırakmaz. İmkan bulamayan, yani kendi başına oluşlara giremeyen bir şeyse, varlık aleminde boy gösteremez. Madem ki, hiç bir şey kendi başına var olamadığı halde bu kainat varlıklarla ve var oluşlarla doludur. Öyleyse her bir şey 'hudus' tur, yani sonradan olmadır.

Madde dediğimiz şeyse; hareket ederken veya şekil değiştirirken, olayın içinde yer alır, kendisini ondan soyutlayamaz. Demek, 'hudus'u muhakkaktır. Hal böyleyken, nasıl olur da maddenin bu âlemdeki her türün farklı farklı özünü ve özelliklerini meydana getirdiği iddia edilebilir? Maddenin ezelî olduğunu iddia etmek, maddenin özelliklerini bilmemektir. Her bir karesi hikmet dolu ve mükemmellik fışkıran şu evreni, şuursuz kanunlara ve kör tesadüfe havale etmektir. Oysa dikkatli bakan bir göz, en küçük şeyde bile rastlantıya rastlayamamaktadır.

Samed olan Allah, maddenin sonsuzluğunu reddeden 'imkan' ve türlerin birbirini doğurması vehmini bertaraf eden 'hudus' hakikatini, her şeyin cephesinde damgalamıştır. İşte bu, 'Samediyet mührü'dür. Öyleyse her bir mevcut, haliyle 'HüvAllahü ehad' derken, endamıyla da 'Allhüssamed' gerçeğini ilan etmektedir. Madem ki ihtiyaçlarımız sonsuzdur, elbette onları her an karşılayan Birisi vardır. O ise ancak, bitmek tükenmek bilmez hazinelerin sahibi 'Allahüssamed'tir. Almadan vermek ancak O'nun işi olabilir.

Demek, evrenin her tarafına dağılmış olan ihtiyaçlarımız, birden ve kolaylıkla hayat dairemize böylece yetiştirilmektedir. Değilse dünyaları versek, mesela sadece bir elmayı elde etmemiz mümkün olamayacaktır. Nerde kaldı ki, kendi bekâmızı sağlayabilmek bizim ellerimizin işi olabilecektir!..

[color=red]V. Naturalizm:[/color]

Tabiatperestlik. Her olayı tabiat kanunlarına indirgeyerek açıklamaya çalışan akım.
Bu zehirin panzehiri, dördüncü kelam olan 'doğmamış ve doğurulmamıştır' anlamındaki tevhid-i İlâhî'dir.
Bir şey hem yaratan hem yaratılan, hem hâkim hem mahkum olamaz. Bu açık bir çelişkidir. Doğan ve doğuran bir şeyin öncesi ve sonrası vardır. Sebepler de, sebeplerin materyali olan madde de ezeli değildir.

Madem ki maddenin cephesinde, sonsuz olmadığını ilan eden 'imkan' ve 'hudus' hakikatlerinden oluşan bir 'samediyyet mührü' damgalanmıştır. Ve hiçbir kanun da kendi kendine ortaya çıkamaz. Öyleyse varlığı başkasına bağlı, yalnız ilmî bir vücudu olan şu tabiat kanunlarına yaratıcılık isnat etmek, kanunsuzluktan mükemmellik beklemektir. Aklın kabul edemeyeceği bir imkansızlığa bel bağlamaktır. Kusursuzluğa ve düzene apaçık bir delil olan varlık zincirine en büyük hakarettir, iftiradır..

Natüralistlerin 'tabiat' dedikleri şey, olsa olsa bir sanattır, sanatkâr olamaz. Ancak bir nakıştır, nakkâş olamaz. Ahkamdır, hâkim olamaz. Fıtrî bir kânundur, kânun koyucu olamaz. Çok yönlü hikmetler için yaratılmış bir perdedir, kendisi yaratıcı olamaz. Bir kudret eseridir, kadîr olamaz. Hülâsa, tabiat gökkuşağı gibidir, adı var da kendi yoktur. Yani, tabiat kanunları îtibaridir. Hariçte bir vücutları yoktur. Varlıkları, maddenin varlığıyla ve hareketiyle devam eder.

Her şey ve her bir mahluk eğer tek bir yaratıcıya nispet edilmezse; o takdirde tabiat, icat için her şeyde görünmez makine ve matbaaları bulundurmak zorundadır. Veyahut her şey, evreni yaratıp idare edecek bir kudret ve hikmeti içinde, zâtında barındırmak zorundadır. Bu durumda her bir varlıkta sınırsız bir kudret ve irade, sonsuz bir ilim ve hikmet olması gerekir ki, böyle bir düşünce bir imkansızlık halidir. Zira, sonsuz kudret ve hikmet sahibi olan ve dolayısı ile her şeyi idare edebilme yetisine ve hürriyetine sahip olan o şey, bir başka şeyin hükmünün önünde eğilmesi geriklidir ki, birlitelik sağlanarak vücutlar oluşuturulabilsin. Bu ise ilâhların aynı zamanda köle olmasını gerektirir ki, aşikar bir çelişki halidir. Aynı zamanda bir ilâha bağlanmaya bedel sonsuz sayıdaki ilâhlara köle olmayı netice veren bir saçmalığa onay vermektir!
Öyleyse, şu varlık âlemi, doğmamış ve doğurulmamış özelliklere sahip bir Yaratıcı'nın icraatıdır, sanatıdır.[/b][/size]

30.06.2008 - selimbay

Konular