KADİM BİR KURUMDA AİLE

Sıcak yaz göklerinde
önde uzanan ovada
birden bir ışık sağdan
bir ışık soldan çıkar
ve bunlar
şimşek hızıyla birbirine ulaşırlar
bunu halk adak için uğur sayar
derler : Leyla ile mecnun buluştular
bu göz açıp kapama anında
ne varsa dile muradında
mutlak yerine gelir arzun
yerde kavuşmayanlar gökte kavuşurlar
ve bir uğurlu anda
kavuşmak isteyenleri kavuştururlar.
Sezai Karakoç

İnsanoğlu, asli yurdundan, dünyaya aile halinde inmiştir.
Adem, eşi Havva'yla birlikte dünyaya nüzul etmiş ve insanlığın macerası, bir aile düzeni içerisinde başlamıştır.
Bu anlamda, aile, kadim bir kurumdur.
İnsan, ''üns'le müştaktır. Ünsiyet, insanın temel niteliğidir.
Ötekiyle konuşan, yakınlaşan, sırlarını teati eden, dertlerini paylaşan, saadetini birleştiren, sevinçlerini bir araya getiren, acılarını söyleyen ve söyleten, diğergam, seven ve sevilen bir mahluktur.
İnsan bir bakıma ünsiyet demektir.

Başlangıçta Allah vardı ve O'nunla birlikte bir şey yoktu.
Önce Kendi nurundan Nur-ı Muhammedi'yi yarattı.
Bütün evren O nurdan yaratıldı.
Adem'in ruhu da, O nurdan var edilmiştir.
İnsanın macerası, bir muhabbet, aşk ve şevk hikayesidir.
Kainatın mayası aşktır.
'Muhabbetten hasıl oldu Muhammed', bu sırrı söyler.
Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri, Adem'in Zuhuru'nu anlatırken şöyle der :
'Allah, Adem'i, yeryüzünden devşirdiği bir avuç topraktan yarattı. Toprağın yapısına göre, insanoğullarından kimisi kırmızı, kimisi siyah ve beyaz veya bunların arasındaki ırklarda meydana geldi. Bazısı sert bazısı yumuşak huylu veya ikisinin ortası bir yapıda oldu.
Adem'in karıldığı toprağı, Hz. Azrail, yeryüzünün bütün bölgelerinden tatlı, tuzlu, acı, güzel, pis mahiyetli olarak kırk zira miktarınca topladı. O toprağın her bir zerresi, insan bedeninin esasıdır. İnsan ölünce, toprağı nereden alınmışsa oraya gömülürmüş. Azrail, Allah'ın emriyle aldığı toprak parçasını, Taif'le Mekke arasına bıraktı. Cenab-ı Hak, O'na, 'insanların toprağını aldığın gibi, ruhlarını da alacaksın' buyurdu. Sonra Allah, o toprağın üzerine, Kerem bulutundan Rahmet yağmurunun damlalarını indirdi. Muhabbet suyu ile kardı ve çamur haline getirdi. Bir kutsi haberde şöyle buyrulur : 'Adem'in çamurunu, kudret elimle kırk gün yoğurdum' O'nun katında bir gün dünya zamanıyla bin yıldır.
Sonra Allah, Adem'in kalıbını kırk gün bir yana bıraktı.Kalıp kurudu, 'pişmiş çamura benzeyen bir balçık haline geldi.' Sonra ondan ses geldi. İbn Abbas'in bir rivayetinde şöyle denir : 'Adem, kırk yıl, Cuma gününe değin çamurdan bir kalıp olarak kaldı.
Allah, Adem'e biçim verip ruh üfledi, onu inci ve yakuttan tahtına oturttu, keramet elbisesini giydirdi, başına vakar tacını koydu. Bu tacın dört direği vardı, her bir direkte, güneşten daha parlak, aydan daha ışıltılı büyük bir inci bulunuyordu, arşa uzayan bir sütun halinde parıldıyordu.. Melekler hayrete düştü ve şöyle dediler : 'Ey Allahımız! Sen, bundan daha üstün bir kişi yarattın mı?' Allah şöyle buyurdu : 'Kudret elimle yarattığım şey, aynen şunun gibidir ki, ona 'kün/ol' derim ve olur.' Ve meleklere, Adem'e secde etmelerini emretti. Secdeye ilk koşanlar, sırasıyla, Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail'di. Bir rivayette, meleklerin beşyüz yıl secdede kaldıkları bildirilir. Bu, kulluk değil, selam secdesidir.
İnsanın insana secdesi söz konusu olamaz. Fakat bu selam ve saygı eğilmesi, özellikle eşler arasında da geçerlidir.
Eşlerine Efendimiz kadar hürmetkar, şefkatli ve muhabbetli başka bir insan arza ayak basmamıştır. Hz. Ayşe kendisine su ikram ettiğinde ilkin ona birkaç yudum içirmesi, sonra onun dudaklarının değdiği yerden içmesi, Hz. Hatice'ye olan sadakat ve hürmeti, çocukken saçlarını tarayan, giysilerini temizleyen, yemeğini yapan Fatıma binti Sevde'ye duyduğu derin saygı ve muhabbeti, gözünün nuru Hz. Fatıma'ya atfettiği kıymet ve ehemmiyeti, sevgisi ve şefkati, O'nun hem Muhammediyyet hakikatinden, hem Ahmediyyet sırrından hem de aileye verdiği değerdendir.
Adem'e bir tek İblis secde etmedi. Nedeni sorulduğunda, 'ben ondan daha hayırlıyım, beni ateşten onu ise topraktan yarattın' dedi.
Adem, Kendisini yalnız hissedince Allah ona bir uyuklama hali verdi.. sol kaburga kemiğinden Havva'yı yarattı.
Adem'in kemiğinden boşalan yere arzuyu doldurdu.
Diri bir şeyden yaratılması nedeniyle onu Havva diye adlandırdı. Aynı biçimde Adem'e de, toprağın yüzeyinden yaratılması sebebiyle Adem adı verilmiştir. Sanskritçede Adamah, 'kırmızı toprak' anlamına gelir.
Eşi de yaratılınca Allah, Adem'e şöyle buyurdu : 'Ey Adem! Sen ve eşin cennete birlikte yerleşin. İstediğiniz nimetlerden rahatlıkla yiyin, şu ağaca yaklaşmayın yoksa zalimlerden olursunuz.'
Evlilik ve aile, Alemlerin Rabbi ünvanıyla Allah'ın, Kendi katından verdiği bir ihsan, üstün bir yetkinlik düzeyidir.
Efendimiz, 'nikah benim sünnetimdir, kim benim yaratılışımı seviyorsa, sünnetime uysun' buyurmuştur.
Adem'in macerası böyle başladı.
Efendimiz, bir hadislerinde, 'bana dünyanızdan üç şey sevdirildi, güzel koku, kadın ve namaz gözümün nuru kılındı' buyurur.
Bilgeler bilgesi İbn Arabi, Füsus'ul-Hikem'in Muhammed Fassı'nda, bu hadis-i şerifi yorumlarken şöyle der :
'Efendimiz varlığın aslı olan muhabbet babında, bu üç kaynağa işaretle, 'dünyanızdan bana üç şey sevdirildi' buyurdu. Önce kadını ve güzel kokuyu andı, sonra da namaz O'nun gözünün nuru kılındı. Peygamberimiz, kadını önce anarak, namazı sonra söyledi. Bunun nedeni, kadının varlık alanında belirme konusunda erkeğin bir parçası ve Hakk'ın aynası olmasındandır. Nasıl ki, insan, Allah'ın belirtilerdendir. Allah, insanın aslı ve ilk kaynağıdır.
Bundan ötürü, insanın kendi benliğini bilmesi, Rabbini bilmesine bir başlangıçtır. İnsanın Rabbini bilmesi de kendi nefsini bilmesinin sonucudur. Bu gerçeği belirtmek için Hz. Muhammed (as), 'Nefsini bilen kimse Rabbini de bilir' buyurdu. Efendimiz'e, kadın sevdirildi. O da kadına aşık oldu. Bu iştiyak, bütünün kendi parçasına olan tutkusudur. Efendimiz, yukarıda söz edilen hadisiyle, Allah'ın, bu unsurlar dünyasının yaratılışına ilişkin olarak buyurduğu, 'Ben Adem'e ruhumdan üfledim' beyanındaki hikmetin içyüzünü açıkladı. Bundan sonra Cenab-ı Hak, kendi nefsini de insanın çehresini görme konusundaki istek ve arzusunun şiddetiyle niteledi ve her iki aşık için Kuran'da, 'ey Davut, Benim de onlara (yani bana iştiyak duyanlara) iştiyakım çok şiddetlidir' buyurdu. Allah'ın bu arzusu, engelsiz olarak kuluna kavuşma isteğidir. Cenab-ı Hak insana, Kendi ruhundan üflediğini beyan ederek, sonuçta Kendi nefsine iştiyak göstermiş oldu. O, insanı Kendi sureti üzere yarattı. Çünkü O, Kendi ruhundandır. İnsanın surette mayası, bedenini oluşturan ve ahlat denilen dört ögeden meydana geldi. Bedeninde nemden oluşan ısı nedeniyle nefsinden ateşlendi. Öyleyse insanın ruhu, kendi yaratılışında ateş oldu. Bunun için Allah, Musa'yla sadece ateş biçiminde belirerek konuştu. Zaten O'nun o zaman muhtaç olduğu şey de ateşti. Eğer insanın kaynağı, -kimi meleklerin varlığı gibi- unsuri olmayan alemden gelmiş olsaydı ruhu da nur olurdu. Allah, Rahmani soluğuyla ruhunu insana üflediğini ima ederek, onun kuşkusuz Rahmani nefesten olduğuna işaret buyurur. Bundan sonra Cenab-ı Hak, insan için yine insan suretinde başka birini yarattı ve ona kadın dedi. Kadın kendi suretiyle belirince, ona iştiyak duydu. Bu durum bir şeyin kendi benliğine iştiyak duymasıdır. Kadının erkeğe vurgunluğu da, bir şeyin kendi yurduna düşkünlüğüdür. Bu açıklamamıza göre, erkeğe kadın sevdirildi. Allah da Kendi sureti üzere yarattığı kimseye sevgi gösterdi. Nurdan yarattığı meleklerin düzeyleri daha yüce ve doğal alemden doğmuş olmalarına karşın, onları insana secde ettirdi. İşte erkekle kadın ve Allah ile insan arasındaki ilişki buradan başladı. Oysa suret ilişkisi yönünden en büyük ve en kusursuz araçtır. Çünkü suret, tek olan varlığı ikileştirdi. Yani Allah'ın varlığını ikileştirmeye neden oldu. Kadın da yaratılışıyla erkeği ikileştirdi ve onu kendine eş kıldı. Bu duruma göre Hak, erkek ve kadın olmak üzere bir üçle oluştu. Bu arada erkek, kadının kendi aslına arzusu gibi bir arzuyla kendi aslı olan Rabbine iştiyak duydu. Cenab-ı Hak Kendi sureti üzere yarattığı ve sevdiği erkeğe kadını sevdirdi. O halde erkeğin sevgisi, hem kendi parçası olan kadına karşı hem de kendisini yaratan Hakk'a karşı oldu. İşte bu sırdandır ki, Efendimiz, 'bana kadın sevdirildi' buyurdu. Çünkü kendi sevgisi sadece Rabbinin suretiyle ilgili olduğundan kendi nefsinden söz ederek, 'ben sevdim' demedi.
Böylece kendi kadına karşı olan sevgisini Allah'a bağladı. Çünkü Efendimiz, kadın sevgisini Allah'ın kendi suretinde yarattığı varlığına sevgisi gibi ilahi ahlaka uymak için istemiştir. Erkek, kadını sevdiği için kavuşmak istedi. Sevgiyi, kavuşmanın aracı olarak bildi. Unsurlardan oluşan bu yaratılış aleminde, nikahtan daha büyük bir kavuşma yoktur. Bundan ötürü, şehvet duygusu, bedenin tüm parçalarına yayılır ve bu nedenle, insana, seviştikten sonra yıkanması zorunlu olmuştur. Bedende şehvet oluşunca, insan nasıl genel bir sarsıntıyla kendinden geçiyorsa, yıkanarak arınma zorunluğu da o oranda genel olmuştur. Çünkü Allah, Gayyur adı bakımından, kulun, kendisinden başkasıyla mutlu olmasını istemez. O halde insan, zevk ve şehvetle kendinden geçtiği diğer insan bedeninde Hakk'ı görür ve ona dönmek için vücudunu gusülle temizler. Erkek, sevdiği kadında Hakk'ı görürse, onun bu görüşü, eylem yerinde olur. Ama, kadının kendisinden doğmuş olması bakımından Hakk'ı kendi benliğinde görürse, O'nu öznede görmüş olur. Erkek, kendisinden doğmuş olan kadının suretini hatırına getirmeksizin Hakk'ı kendi benliğinde görürse, bu görüş, eylem yerinde ve dolaysız olarak Allah'tandır. O halde, erkeğin Hakk'a ilişkin görüşü, kadında daha olgun ve kusursuzdur. Çünkü, o, Hakk'ı hem özne hem de eylem yeri olması bakımından görür. Kendi benliğinden görüşüyle, özellikle erkeğin eylem yeri oluşu bakımındandır. Bu nedenle, Efendimiz, Hakk'ın kadındaki bu kusursuz görünümünden ötürü, kadını sevdi. Çünkü Allah, maddeden soyutlanmış olarak ebediyyen görülemez. Kavuşmanın en büyüğü ise, kadınla erkeğin birleşmesidir. Çünkü bu, Hakk'ın kendisine bir halife seçmek üzere, Kendi suretinde yarattığı varlığa karşı gösterdiği İlahi yönelişin karşılığıdır. Adem, bu kavuşmada, kendini görür. Allah, Adem'i düzelterek ve değiştirerek olgunlaştırdı. İlahi soluğuyla Kendi ruhundan O'na üfledi. Böyle olunca Adem'in dışı halk, içi Hakk oldu. Allah, bundan dolayı Adem'i, insanlık anıtı için tedbirle nitelendirdi. Çünkü Allah, işleri göklerden tedbir buyurur. Gök ise yerin üstündedir. Yer ise, aşağı dünyanın en aşağısıdır. Çünkü o, unsurların en alt düzeyidir. Efendimiz, kadını, 'nisa' sözcüğüyle ifade etti. Bu kelime, tekil çekimi olmayan bir çoğuldur. Bundan ötürü Hz. Peygamber, 'dünyanızdan bana üç şey sevdirildi, nisa...' buyurdu. Mir'e, yani tekil anlamıyla, 'bir kadın' demedi. Bu sözüyle, yaratılışta kadının erkekten sonra geldiğine işaretle İlahi düzene uydu. Çünkü arapçada 'nüs'et' fiili, geciktirme anlamındadır. Bu duruma göre, sevdiği şeylere ancak düzeyleri bakımından sevgi gösterdi. Çünkü bunlar, kuşkusuz eylem mahallidir. Yani, erkek için kadın, Allah için tabiat gibidir. Öyle bir tabiat ki, erkek, ona bilinçli biçimde yönelerek ve Allah'ın buyruğuyla, onda varlık aleminin suretlerini fethetti. Bu, öyle bir bilinçli yöneliş ve İlahi buyruktur ki, unsurlardan oluşan biçimler aleminde nikah, nurdan yaratılmış ruhlar aleminde himmet ve sözde anlamı bir sonuca bağlamak için giriş düzeni gibidir. Bunların tümü, bu ayrı ayrı yönlerden bir yönde, ilk 'Ferdiyet'in nikahıdır. Öyleyse, her kim kadına, bu sınır içerisinde sevgi gösterirse, o, ilahi bir sevgidir. Her kim onlara, sadece şehvet yönünden ilgi gösterirse, şehvetin ilmi ondan eksiktir. Bu gibilere göre sevgi, ruhsuz bir şekil olur. Her ne kadar o suret, gerçekte ruhun kendisiyse de, o can, kendi kadınlarına veya herhangi bir kadına mutlak bir zevk duygusuyla yaklaşan kişiler için anlaşılmaz ve onlar kimi sevdiklerini de anlayamazlar. Bunu anlayıp da kime sevgi duyduklarını kendi dilleriyle söylemedikçe, başkalarının bilgisiz oldukları gerçek sevgiye, kendi benliklerinde cahil olurlar. Nitekim kimi irfan sahipleri, bu gerçeği, 'Hak katında benim sevdiğim gerçekleşti ancak aşkımın kime karşı olduğunu bilemediler' dizesiyle ifade ettiler. Bunun gibi, bilgisiz de, zevk nasibi almak yönüne ilgi gösterdi ve böylece kendisinden zevk alınacak şeye karşı sevgi gösterdi ki o da kadındır. Ama konunun ruhundan uzak kaldı. Şayet kiminle zevk duyduğunu ve asıl zevk duyanın kim olduğunu bilseydi, gerçeğin içyüzünü anlar ve bu alandaki ilmi olgun olurdu. Bu duruma göre de, her irfan sahibi, her hak sahibine kendi hakkını verdi. Bu yüzden kadın sevgisi de Efendimiz'e Allah'ın bağışlamış olduğu bir sevgidir. Allah, herşeye, yaratılışından nasibini verdi. Sonra Efendimiz, bu hadiste, kadını, erkek üzerine baskın kıldı. Bunu yapmakla, kadınlara himmet göstermeyi murad etti. Bu bakımdan kural dışında, sayıyı dişil biçimde kullanarak, 'selas' dedi. Erkeğe özgü olan biçimiyle, 'selase' demedi. Oysa, bu cümlede eril bir sözcük olan 'tıyb' sözcüğü de vardır. Arapça dilgibilgisi kuralına göre, değiştirme yoluyla, erili dişil üzerine öne geçirmektir. Burada Hz. Peygamber, kadına olan sevgisini, kendi nefsiyle seçmemiş olduğunu belirtmek için, bu anlama uymak için, kural dışına çıkmıştır. Şu beyana göre Cenab-ı Hak, Efendimiz'e, bilmediği şeyi öğretmiştir ve Allah'ın inayeti onun üzerine çok büyüktür. Bundan dolayı, hadiste, dişil çekimiyle, 'selas' kelimesini kullanarak, dişiyi erkek üzerine tercih ederek, kuraldışı olarak değiştirdi. Bu durumda Efendimiz, gerçekleri ne denli iyi bilir ve hakları ne kadar gözetir. Sonra, yine bu hadiste, üçüncü ve son kelime olan, salat'ı da, birinciye benzer biçimde dişil biçimine getirerek, ikisinin arasına, eril bir kelime ekledi. Yani, söze nisa sözcüğüyle başladı, salat sözcüğüyle bitirdi. Bu kelimelerin ikisi de dişildir. İkisinin arasındaki 'tıyb/güzel koku' kelimesi, dişil içeriğinde olan Hak ile nisa arasında varlıkta erkek gibidir. Çünkü erkek, kendisini sureti üzere ortaya getiren Hakk ile kendisinden oluşan kadın arasında ortak bir düzeydir. Efendimiz'in (as), bu hadiste tıyb/güzel koku'yu, nisa/kadın'dan sonra anmasının hikmetine gelince : Bu, kadında yaratılış kokusu olduğundandır. Nasıl ki atalarsözünde, kokuların en güzeli, 'dostun gerdanının kokusudur' derler. Soluk ise kokunun kendisidir. Öyleyse nefes, konuşma biçiminde nasıl beliriyorsa, ona göre ağızdan iyi ya da kötü olarak çıkar. Ama, soluk İlahi olduğu için tümü iyi ve güzeldir. Ancak, beğenilmesi ya da hoşa gitmemesi bakımından iyi ya da kötü olur. Efendimiz'in, 'Benim gözaydınlığım namazdır' sözüne gelince, bu oluş durumunu kendi benliğine bağlamadı. Çünkü Allah'ın namaz kılana tecellisi, namazı kılana değil, ancak yine Kendisine döner. Namaz, ancak, Sevgili'nin görülmesidir ki, aşığın gözü onunla istikrar eyleminden gelen kararla karar bulur ve bu duruma göre de göz, Sevgili'yi görmekle O'na takılır kalır ve bu görüşte Hak ile birlikte hiçbir şeyde ve başka bir yerde Hakk'tan başka bir şeye bakmaz. Bundan ötürü Cenab-ı Hak, namazda başka bir şeyle ilgilenmekten kulunu alıkoydu. Çünkü başka bir şeye ilgi gösterme, kulun namazında şeytanın kaptığı bir paydır. Bu bakımdan kulu,
Sevgili'sini görmekten yoksun kılar. Şayet Allah, namazda başka şeye ilgi gösteren kimsenin Sevgili'si olsaydı namazda Kendi yönünden ve kıblesinden başka yöne bakmazdı. O halde namaz hem bizden hem de Hak'tandır.
Onun olanın Onunla Onun olması gibi...
Muhyiddin İbnü'l-Arabi bu sırrı şöyle şiirleştirir :
'O benim gözümdü, ben onun gözü
O benim varlığımdı, ben onun varlığı
Ey gözümün gözü, ey varlığımın varlığı
Varlık onun varlığı, göz onun gözü'
Madem böyledir, bu sırrın insanların kalbine yerleşmesi halinde, aile bir cennete dönüşür.
Bediüzzaman, 'bir ailenin saadeti, eşler arasındaki karşılıklı ve samimî hürmet ve muhabbetle devam eder. Kadın ve erkek arasındaki gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka, yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın, kocasına yalnız hayatına mahsus bir refika-i hayat değildir. Belki ebedi hayatta dahi bir hayat arkadaşıdır.' der.
'İstediğimi buldum aşikare can içinde/taşra isteyen kendin kendisi can içinde' diyen Yunus Emre, varlıkta aslolanın birlik olduğunu söyler.
Birlik, iki ayrı varlığın birleşmesidir evet ama bu bizim yaşadığımız varoluş düzeyinde geçerlidir. Zira O'ndan başka bir şey yoktur, gayr O'nun taşmasıdır. Erkek de kadın da aşk da vuslat ta O'nun tecellileridir.
Nıetzsche, Zerdüşt'ün Yedi Mühür'ünde şöyle der :
'Neden halkaların en tatlısı olan nikah halkasını istemeyeyim? O yenidengeliş halkasını?
Kendisinden çocuk sahibi olmayı arzulayacağım kadına rastlamadım henüz. Öyleyse sevdiğim kadın o olsun: sonsuzluk. Çünkü seni seviyorum ey sonsuzluk! Seni seviyorum ey sonsuzluk!'
Sözlerime, Samiha Ayverdi'nin bir mektubundaki şu canım tavsiyesiyle son vermek istiyorum :
'Demek istediğim şu ki, insanoğlu, kendini tavaf etmekten, kendine aşık olmaktan kurtulup, içinde gömülü enerjiyi, ailesine, çevresine ve kabil olduğu kadar da insanlık alemine huzur getirecek bir terkibe sokarsa, hem kendi rahat eder hem de herkes tarafından aranan ve sevilenlerden olur.'

Rabbim cümlemizi sevenlerden ve sevilenlerden kılsın.

SADIK YALSIZUÇANLAR

Konular