Gönül İkliminde Damladan Deryaya Takdim
Kıymetli Okuyucularımız,
“Gönül İkliminde Damladan Deryaya” başlığıyla bu sayfalarda bir silsile hâlinde yayınlanan bu roman, günümüz gençliğini özetleyen ve onun yaşayışına derinden tesir eden gerçekler etrafında kaleme alınmıştır.
Günümüz insanı, asrımızı kasıp kavuran sapık felsefelerin ve inançsızlık buhrânının neticesinde büyük bir mânevî erozyon yaşamaktadır. Toplumun zeminini kaydıran bu erozyon, cemiyeti ayakta tutan müesseseleri ve bilhassa âile yuvasını da tehdit eder vaziyete gelmiştir. Boşanmalarda görülen artış ve bilhassa mânevî boşluk içindeki genç kızlarımızın nefsânî tuzaklarda helâk olması, bu fâciânın geldiği vahim noktayı açıkça ortaya koymaktadır.
İşte bu gerçeklere tercüman olmak gâyesiyle kaleme alınan bu yazı serisinde, hayatın ve ölümün mânâsı, genç kızlarımızın ve âile hayatımızın önündeki tehlike ve bâdireler dile getirilmiştir. Toplumu bir moda hâlinde saran boş felsefeler, lüks yaşama hastalığı, eğlence adı altında yapılan çılgınlıklar, nefsânî tatminkârlık maksadıyla yapılan güç gösterileri gibi gençliği mahveden ahlâkî ve mânevî erozyona bir nebze temâs edilmiş ve bazı dertlerimizin çözüm yolları gösterilmiştir.
Şüphesiz bu hayâtî meseleler karşısında, fazîlet sahibi insanlarımıza düşen, bir sahra hastahânesindeki hekim hissiyâtıyla yaşayıp bu mânevî hastalıklar için devâ bulmaya çalışmaktır. Biz sadece, bu toplum yaralarının en öncelikli olanlarından birkaçına dikkat çektik. Bu yaraların gönlümüzde daha büyük bir duygu derinliği ve hassâsiyeti meydana getirmesi için de roman üslûbunu tercih ettik.
Unutmamalı ki, gençlerimizin gönül dünyaları ve onların tesis edeceği âile müesseseleri, günümüzde gittikçe artan insanlık yangınında ilk kurtarılması gereken değerlerdir. Dolayısıyla bugün iç dünyalarında yangından yangına, fâcialardan sefâletlere sürüklenenlere, toplumun süflî girdaplarında ve mezbeleliklerinde çırpınan insanlarımıza hidâyet eli uzatabilmek, sırât-ı müstakîm üzere olan her mü’minin en büyük vazîfesi ve en mühim îman ve vicdan borcudur.
Başından sonuna kadar bu gerçeği işlemeye çalışan ve Şebnem Dergimizin elinizdeki sayısında nihâyete eren “Gönül İkliminde Damladan Deryaya” adlı eserimiz, ele aldığı mevzûlar etrafında -Rabbimizin lutfuyla, inşâallah- derin tefekkürlere, ibretlere, hikmetlere, mes’ûliyetimizi idrâk etmeye ve hidâyet faâliyetlerini artıcı gayretlere vesîle olur.
Cenâb-ı Hak, maddeye râm olmuş bir dünyanın tuzaklarında boğulan taze ruhlara bir çıkış kapısı, hidâyet yolu nasîb eylesin, bizlere de bir ömür hidâyet yolunda cân u gönülden hizmet etmeyi ihsan buyursun. Âmîn…
OSMAN NURÄ° TOPBAÅž HOCAEFENDÄ° - ANASAYFA
Damladan Deryaya -1- "Gerçek Şifa"
Şebnem, 17 yaşında bir kızcağızdı. Liseyi yeni bitirmişti. Babası, Şebnem doğduktan bir hafta sonra vefat etmişti. Bir müddet sonra annesi de bu çileli hayata “Elvedâ!” demişti. Böylece küçük Şebnem, hem anneden, hem de babadan yetim kalmıştı. Hayatta olan yaşlı, nûr yüzlü ninesi, onu himâyesine almış ve mahrûmiyetler içinde de olsa Şebnem’i büyütüp yetiştirmişti. Fakat o şefkat gölgesi de, bir sene önce, hem de Şebnem’in aldığı diplomayı göremeden ebediyet âlemine kanat açmıştı.
Böylece hayatta kendini rûhen yapayalnız hisseden Şebnem, teyzesinde kalmaya başladı. Annesiz ve babasızlığın yanında, şimdi bir de kendisine hem annelik, hem de babalık yapmış olan ninesini kaybetmek, ona çok ağır gelmişti. Çalkantılı, kararsız, muzdarip ve huzursuzdu. Rahmetli ninesinin tatlı nasihatleri, hayatın acılığına henüz şifâ olamıyordu. Arkadaş çevresi de bu nasihatlerin gönlünde yeşermesine müsait değildi.
Belki de içindeki çalkantıların sebebi buydu. Yavaş yavaş Şebnem’i içine doğru çeken hayat, ninesinin dünyasından çok farklı bir hayattı. O hayatta nefsânî heveslerin gaflet ve hüsranı vardı. O hayatta erkekleşmiş kız arkadaşlarının kasvetli dünyası vardı. Çılgın eğlencelerde aklı, hayayı ve kalbi yitirmek vardı. O hayatta moda esâretinde yaşamak, vücudu da, ruhu da bin bir şeytânî boya badana ile perişan etmek vardı. Arkadaşları ona güzel olduğunu söyleyip onu yaldızlı, fakat içi bomboş bir hayatın ruhsuz bir figürü olmaya zorluyordu. Kadınlı-erkekli perişan ve sefil girdapların içinde boğulan yaralı bir gonca olmaya çağırıyorlardı.
Şebnem de, içindeki boşluklar dolayısıyla dıştan cilâlı ve göz alıcı görünen böyle bir cehennemî hayata özenmiyor değildi. Zaman zaman o hayata yaklaşıyordu. Ancak ah şu fakirlik! İsraf çılgınlığına yetecek maddî imkânı olmaması, onu frenliyordu. Ninesinden kalan tek geliri, merhûm dedesinden kalma şehitlik maaşından ibaretti. Aslında bu helâl gıda, onu mânen pek çok tehlikelerden koruyordu. Teyzesinin durumu da çok iyi olmadığından dolayı, içinde yeni yeşeren isteklere karşı eli-kolu bağlı kalıyordu. Bazen arkadaşları ona bir şeyler alıyor ve hediye ediyorlardı, fakat bu durumda içi rahat etmiyordu. Gittiği yerde yabancı gibi duruyordu.
Günleri hep huzursuz ve mânâsız geçiyordu. Bu hâlden duyduğu sıkıntılarla uyuduğu bir gecenin sabahında çalan cep telefonunun sesiyle irkilerek uyandı. Arayan, arkadaşı Müge’ydi. Onunla küçüklükten beri mahalleden tanışıyorlardı. Liseden de bu sene beraber mezun olmuşlardı. Çok hoppa ve şımarık bir kız olduğu için ninesinin de telkiniyle okuldayken pek sıkı-fıkı değillerdi, fakat iki aydır en yakın arkadaşı olmuştu.
Müge, heyecan ve telaşla onu dışarı çağırıyordu. Beraber mağazaya gideceklerdi. Çünkü ertesi gün öğleden sonra bir arkadaşları parti veriyordu. Müge, Şebnem’i de bu partiye gelmesi için zor belâ ikna etmişti. Bugün partide giyebilecekleri kıyafetleri alacaklardı.
Şebnem, üç aydır biriktirdiği parayı çekmeceden alıp çantasına koydu. Hazırlanıp dışarı çıktı ve birkaç sokak ötede oturan Müge’nin evine doğru yöneldi. Sokağın başında karşılaştılar.
“– Merhaba Şebnem, para aldın değil mi yanına?”
“– Aldım, aldım.”
“– İyi. Ben de babamdan para koparmak için sabahtan beri uğraşıyorum. Neymiş, daha geçen ay elbise almışlarmış… Oysa onlar ayrı, bu ayrı… Hem herkesin yepyeni kıyafetler giydiği bir partide ben eski elbiseler giyemem dedim, anlatamadım… Neyse ki, canım anneciğim sonunda onu ikna edebildi.”
Şebnem, anne ve baba kelimelerini duyunca bir an hüzünlendi. Yetimlik hissinin verdiği buruklukla yüreği titredi… İkisinin de şu an yanında olmasını ne de çok isterdi. Sonra birden ninesi geldi aklına… O hayattayken Şebnem’e yetimliğini hemen hemen hiç hissettirmemişti. Âdeta onun hem annesi, hem de babası olmuş; karşılaştığı acılı ve sıkıntılı hâlleri torununa yansıtmadan kendi sînesine gömmesini bilmişti. Ama artık o yoktu. Şebnem, ninesi vefat edeli her geçen gün yetimlik acısının ne demek olduğunu derinden derine hissetmeye başlamıştı yüreğinde…
Bu bir anlık düşünceden sonra Müge’nin yüzüne baktı. Sonra alacakları elbisenin heyecanı ve gidecekleri partide dikkatleri çekmek duygusu içini sardı. Sonra birden yüreği burkuldu: “Ninem şimdi hayatta olsa, kesinlikle göndermezdi beni partiye…” diye hafifçe mırıldandı.
Beraber yürümeye başladılar. Şebnem hâlâ dalgındı. Zihninde, ninesinden dinlediği sözlerle gideceği partinin cümbüşü çarpışıp duruyordu… O partiye gitmeyi çok istiyordu. Fakat içindeki tedirginlik de bir türlü dinmek bilmiyordu. Hiç samimiyet kurmadığı kişilerle beraber bulunacak ve eğlenecekti. Müge, delice dans ettiklerini anlatmıştı… Hiç gitmese miydi acaba? Çünkü orada kendisini bekleyen bir felâketin ayak seslerini duyuyordu âdeta... Sanki yıkılacak bir duvarın altına giriyordu.
Bu duygular kıskacında elbiseleri satın aldılar. Şebnem ertesi gün yine Müge’yle buluştu. Partiye gitmek üzere evden çıktılar. Fakat dünkü düşünceler, Şebnem’in zihnini de, kalbini de rahat bırakmıyordu. Sanki başında tonlarca ağırlık vardı. Hâlâ çok dalgındı. Âdeta arkadaşının yanında kurbanlık koyun gibi yürüyordu. Her tarafa bomboş bakıyordu. Ana caddeden karşıya geçerken de dikkatsizdi. Derken olan oldu.
Acı bir firen ve korna sesi… Şebnem, silkinip sıçrayamadı. Dayanılmaz bir ani acı hissetti. Sonra bütün sesler kesildi ve etraf birden karanlığa büründü… Şebnem, yeni, fakat kanlı elbiselerinin içinde yerde yatıyordu.
Gözlerini açtığında hastahanedeydi. Başında teyzesi ve genç bir hemşire vardı. Sordu:
“– Ne oldu bana?”
Hemşire cevapladı:
“– Kaza geçirmişsin. Kırmızı ışıkta geçmişsin.”
“– Kaza mı geçirmişim?
“– Endişe etme, ciddî bir şeyin yok. Çarpmanın şiddetiyle yara bereler ve sol bileğinde ezilme olmuş. Çok şükür ucuz atlatmışsın. Fakat her ihtimale karşı biraz müşâhede altında tutacağız.”
Hemşirenin adı Nûr’du. Şebnem baygın yatarken, hemşire, teyzesinden onun hakkında pek çok şey öğrenmişti. Nûr Hemşire de yetimdi. Bu sebeple Şebnem’le daha yakından ilgileniyordu. Yatağın kenarına oturarak Şebnem’e tebessümle baktı:
“– Dediğim gibi, üzülme!.. Bir-iki güne taburcu ederiz. Bu arada seninle ben ilgileneceğim. İki arkadaş gibi... Üstelik ortak noktalarımız var.”
“– Ne gibi?”
Nûr Hemşire, derin bir nefes aldı:
“– Ben de senin gibi yetimim. Ben bebekken evimizde yangın çıkmış. Beni kurtarmışlar, ancak annem ve babam kurtulamamış. Allah mekânlarını cennet etsin. Dedemle ninem beni sahiplenmişler. Yani ben de senin gibi ninemin ellerinde büyüdüm.”
Nûr Hemşire odadan çıkarken Şebnem, arkasından muhabbetle baktı. Birden kalbi ona ısınmıştı. Ninesi, isim müsemmâyı çeker, derdi. Bu, onun bir misali olsa gerek, diye düşündü. Sonra ninesinden nûrla ilgili dinlediği sözleri hatırladı. Ninesi derdi ki:
“Kızım, hayatı nûr içinde yaşa. Nûr hidâyettir. Nûr rahmettir. Gözünü de, gönlünü de Kur’ân’la nûrlandır. Rûhunu ve alnını secde ile nûrlardır. Yoksa zulmette boğulursun. Nûr, Allâh’ın yüce isimlerindendir. Nûrun en zirve tecellîsi, Hazret-i Peygamber’dedir. Onun mübârek sîması öyle parıldardı ki, Hazret-i Âişe annemiz, geceleri O’nun nûrunun ışığıyla iğneye ipliği geçirirdi. Peygamber Efendimiz’in çok sevdiği kızı Fâtıma, nübüvvet nûruna daha bir başka ayna olmuştu. Bu sebeple Efendimiz’e çok yakındı. İşte kızım, sen de içini dışını nûr ile doldur ki, Efendimiz’e yakın olasın. Ömür boyu zulmet çukurlarından kendini muhafaza edebilesin!”
__________________[/color]
Gönül İkliminde Damladan Deryaya Takdim
[color=blue]Gönül İkliminde Damladan Deryaya -3- "Uyanışın Eşiğindeki Istıraplar"
Sohbetten sonra Şebnem, Nur Hemşire’ye binbir teşekkür ederek kuş misali hafiflemiş bir hâlde evinin yolunu tuttu. Tam evin sokağına varmıştı ki, Müge ile karşı karşıya geldi. Bir an ne diyeceğini bilemedi. Zaten onun bir şey demesine fırsat bırakmadan Müge, öfkeli ve soğuk bir edâ ile kendisini soru yağmuruna tuttu:
“– Kızım, nerelerdeydin? Niçin partiye gelmedin? Biliyorsun bu partiyi, ikinci kez senin için düzenlemiştik!.. Ya sen ne yaptın? Gelmedin. Bu mu arkadaşlık? Söyle nasıl yaptın bunu? Neden? Niçin? Bizim bunca emeklerimizin ve sana verdiğimiz değerin karşılığı bu mu?”
Şebnem, bir an şaşakaldı. Ne diyeceğini bilemez bir hâle düşmüştü. Fakat sonra sohbette dinlediklerinin, ta kalbinin derinliklerinde oluşturduğu mânevî duygudan kuvvet alarak kararlı bir tavırla:
“– Yanlış ithamlarda bulunuyorsun!”
“– Yani bir de ben suçluyum öyle mi?”
“– Hayır, öyle demek istemedim. Sadece beni bu kadar itham etmene mânâ veremedim.”
“– Ya ne yapacaktım? Biz senin için o kadar uğraşalım; senin geleceğini hazırlayalım; sen ise ortalıktan kaybol! Olacak şey mi bu?”
Şebnem, Müge’nin koluna girdi:
“– Ne geleceği Müge! Nasıl bir gelecek? Her tarafı istifhamlarla dolu!.. Benim gelmeyişimin ise, çok geçerli bir sebebi var. Hatta birçok sebebi var. Böyle ayaküstü anlatamam. Gel eve geçelim, orada konuşuruz.”
Birlikte eve gittiler. Müge, alaylı alaylı sordu:
“– Neymiş bakalım bahsettiğin o çok geçerli sebepler? Eğer ciddi bir mazeretin yoksa, işte o zaman yandın…”
Şebnem derin bir nefes aldı:
“– Bak Müge, partiye gelemedim; çünkü katılmam gereken başka bir dâvetteydim.”
“– Kızım, sen insanı çıldırtırsın! Mâzeretin, suçundan büyük!.. Ne davetiymiş bu?”
“– Müge!.. Biliyorsun, hastaneden yeni çıktım. Benim için toparlanmak daha mühimdi. Bu sebeple ruhumu dinlendirebileceğim bir yere gittim. Yani mükemmel bir sohbete katıldım.”
Müge gittikçe şaşırıyordu:
“– Şebnem, sende anlayamadığım değişiklikler seziyorum. Sohbet mohbet de nereden çıktı? Böyle sıkıcı bir şey yüzünden mi partiye gelmedin?”
“– Yoo hayır, aslâ sıkıcı değildi. Çok şaşıracaksın, ama o kadar huzurla doldum ki, anlatamam. Hatta senin bile orada olmanı, anlatılanları dinlemeni arzu ettim.”
“– Lâf seninkisi!.. Yani sen kaçırdığın partiye hiç üzülmüyorsun anlaşılan! Oysa önceleri böyle bir durumda kahrolurdun!”
“– Açıkça konuşmamı istersen, gelmediğim için şu an daha sevinçliyim.”
Müge dargınlaştı:
“– Aşk olsun, bunu senden hiç beklemezdim. Hem suçlu, hem de güçlü olmaya çalışıyorsun. Bugün nasıl bir fırsat kaçırdığının farkında mısın, Sen?!.”
Şebnem’i, güya uyandırmak için omuzlarından sarstı. Eskiden olduğu gibi onu özendirmek için ballandıra ballandıra anlatmaya başladı:
“– Sen orada olup da benim neşemi ve forsumu bir görmeliydin. Herkesin gözü üzerimdeydi. Sen gelmeyince günü benim adıma çevirdik. Öyle eğlenceli vakit geçirdik ki, tadına doyum olmaz. Yoruluncaya kadar dans ettim. Birinden birine, öbüründen öbürüne… Beğen beğendiğini… Ha, arada bir-iki kadeh de attım tabiî!.. Şu an senin kaçırdığın keyfim, orada tam yerindeydi. Kızım, dünya burası! Yaşayacaksın, gençliğin ve güzelliğin tadını çıkaracaksın!”
Önceden olsaydı, Şebnem, böyle bir parti için Müge’ye yalvar yakar olurdu. Ancak bütün bu yalancı yaldızlar, gözünden düşmüş ve onun ruhunu sıkar olmuştu. Yüzüne de akseden bu sıkıntıyı sezen Müge burkuldu:
“– Biz neşeden sarhoş olalım; sen de kendi içine kapanıp körü körüne yaşa, olur mu?”
Sonra bu meseleyi hırs yaptı ve suâlinin cevabını kendi verdi:
“– Hayır olmaz. Asla bırakmam seni!.. Düştüğün yerden çekip çıkaracağım seni. Evet, evet!.. Aynı günü bir daha tertipleyeceğiz.”
Şebnem, tattığı huzur iklimine dair henüz bilgi ve ifade eksikliği içerinde olduğundan dolayı, hâlini anlatamamanın derdi içinde Müge’nin sözünü kesti:
“– Boşuna yorulma; yoksa hazırlayacağın gün, yine senin üzerine kalır.”
Şebnem, Müge’nin yersiz ısrarları karşısında artık daha temkinli ve düşünceli idi. Onun, kendisini nasıl bir atlama taşı yaptığını bir kez daha kavramıştı. Müge’ye râm olduğu takdirde, onun karanlık dünyasında nefsânî arzuların sermâyesi olacak, belki de nice zehirli kadehlerin mezesi hâline gelecekti. Böyle bir uçurumdan kendisini kurtaran Rabbine hamdetti. Nur Hemşire ile Yunus Dede’ye de minnet içinde «Allah onlardan razı olsun!» dedi.
Müge ise, onun bu kararlı tutumuna bir türlü akıl erdiremiyordu:
“– Deli misin kız?”
“– Hayır Müge!.. Aksine akıllanmaya başladım. Sana bir türlü anlatamıyorum, fakat gönlüm, artık o bahsettiğin şeylerden el çekmiş durumda... Bu fânî hayatı, boş aldanışların sahte yaldızları için hebâ edemem.”
Müge, duyduklarını bir türlü anlayamıyor, daha doğrusu hazmedemiyordu:
“– Ne aldanışı? Kızım eğlenmedikten ve tadını çıkarmadıktan sonra yaşamanın ne mânâsı var ki! Kaçırdığın fırsatların farkında değilsin. Kızım, insan bu dünyaya bir kere geliyor!..”
İşte Şebnem’in ifade etmek istediği zaten buydu:
“– Ben de onu diyorum ya! Dünyaya bir daha gelmeyeceğiz, gittik mi de dönmeyeceğiz. Onun için geride kalana göre değil, ileride bizi bekleyen istikbâle göre yaşamalıyız, çünkü ileridekini yaşayacağız. Çünkü esas hayat, ötelerdeki hayat…”
“ – Ben ilerisini gerisi bilmem, tadını çıkardığım zamana bakarım.”
“– Zaman… O, bizi sürekli ileriye taşıyan bir vâsıta. Onu tam anlayabilirsek, bahsettiğim gerçek daha da netleşir.”
“– Nasıl yani?”
“– Çünkü zaman denilen şey, ne ödünç verilebilir, ne de borç alınabilir! Gitti mi bir daha geri dönmez, gideni de geri döndürmez. Bak, bu fânî ömür; her gün dünyaya binlerce geliş ve her gün dünyadan binlerce gidişin hicranlı köprüsü değil de nedir? Böyle bir köprünün üstünde bir anlık vakitte, insan nasıl olur da aldanış içinde yaşar?”
Fakat Şebnem ne dese, Müge’nin kulağına girmiyordu:
“– O yaptığından sonra bir de şimdi beni itham mı ediyorsun? Ne aldanışı kızım?”
“– Niçin düşünmek ve anlamak istemiyorsun? Bastığın toprağı düşün. Bak, âdeta üst üste çakışmış milyonlarca gölge yığını… Her adımda, belki toprak terkibine dönmüş milyonlarca ceset çiğniyorsun. Tabiî, onlar şimdi ceset değil, sadece toprak. Yani bastığın bu toprağın harmanı, nice cesetlerle dolu!.. Önemli olan ruhların nerede olacağı? Yani birgün solup gidecek ve toprak olacak cesede değil, ebediyet yolcusu olacak olan ruha yönelmeli... Bunun için hayatta iken yalancı ve aldatıcı yaldızların boş saltanatına kanma ki, yarın toprak altı horluğuna düşmeyesin…”
Bu kararlı ve içi dolu sözler karşısında, Şebnem’i, parti için artık ikna edemeyeceğini anlamanın verdiği gerginlikle Müge iyice sinirlendi. Dün kendisinin gölgesi olan kimsesiz, fakir ve sıradan bir kızın, bugün başına alt edemeyeceği bir nasihatçi ve yol gösterici kesilmesi, onu çileden çıkarmıştı. Söylenenleri birazcık olsun düşünüp de arkadaşını anlamaya çalışacağı yerde, kabaran gururu, arsız ve şımarık hâliyle Şebnem’e tepeden hakir gözlerle bakarak zehir zemberek konuştu:
“– Zavallı kız! Anladım ki, benim gibi zengin birinin senin gibi yetimle arkadaşlığı tam bir enayilikmiş! Ananın-babanın ve parasızlığının acısını hissettirmeyelim dedik, suç oldu. Üstelik paran yok diye kıyafetlerini bile ben aldım. Ne sohbeti, ne nasihati bu yaşta? Güzelsin, fakat kafan örümceklenmiş. Şimdi ben arkadaşlara, Şebnem, partiye sohbet yüzünden gelmedi desem, millet güler mi yoksa sana acır mı, bilemiyorum. Ne diyeyim, kendine yazık ediyorsun!..”
Sonra ayağa fırladı ve kapıya yöneldi. Şebnem arkasından buruk ve şaşkın bir hâlde seslendi:
“– Müge!”
Öfkeden boğulan Müge, sert bakışlarla son kez Şebnem’e baktı ve:
“– Bana eyvallah artık. Mademki benim hayat rotamın dışına çıktın, sana sonsuza kadar elvedâ!.. Senin için bütün yaptıklarıma da eyvahlar olsun!..” dedi ve kapıyı çarparak çıktı gitti.
__________________
Şebnem donakaldı. Ne yapacağını şaşırdı. Beyni şiddetli bir şekilde zonklamaya başladı. Aralarında hiç su sızmayan arkadaşının kendisine sarf ettiği son cümleler, başına vurulmuş balyozlar gibiydi. Bu aşağılayıcı ifadeleri söyletecek ne yapmıştı ki!.. Başına kakılan iyilikler, horlanan yetimliği ve fakirliği, henüz gönlü küçük bir tomurcuk olan Şebnem’i tahrip etti. Boğazına bir şeyler düğümlendi. Yutkundu. Olmadı. Bütün vücudu titremeye başladı. Sonra birden boşanan yağmur gibi hıçkırdı, hıçkırdı, hıçkırdı…
Gözyaşlarını durduramayan Şebnem, söylenenleri düşündükçe bunalıyordu. «Aman Allâh’ım, ne yapacağım?» diyordu.
Biraz durulduğunda odasına geçti. Beynini dağıtan hakaret ve horlama fırtınalarını dindirmek için uyumayı denedi. Uyuyamadı. Rafındaki tek kitabına baktı. Nur Hemşire vermişti. Belki, biraz ferahlarım, diyerek eline aldı. Rastgele açtı. Karşısına çıkan yazı bir anda dikkatini çekti:
“Hangisi Daha Gerçek: Hayat mı, Ölüm mü?”
Okumaya başladı:
“Dünya hayatı ne kadar gerçek? Öğrenmek mi istiyorsunuz? O hâlde bunu, görmüş geçirmiş ve dünya üzerinde, sizden daha fazla tecrübeye sahip olmuş bir ihtiyara sorun. Sorun ona: «Bu dünyada kaç sene yaşadın?» diye... Şöyle cevap verecektir:
«Hesaplarsak, 80-90 sene diyorlar. Ancak; hiç de öyle değil... Sanki daha dün doğmuşum ve bugün de göçüp gitmek üzereyim. Beraber gün geçirdiğimiz dostlar, ahbaplar, hepsi birer hayâl oldu. Sanki hiç yaşamamışım. Sadece bir anlık rüya görmüş gibiyim.»
Ona tekrar sorun: «Peki, bu dünya sana ne verdi?» diye. Bu kez de şu cevabı alacaksınız:
«Bu dünya bana, ağrı ve sızıyla dolu şu iki büklüm beli verdi. Görmekten âciz kalmış iki göz, lâyıkıyla işitmesini kaybetmiş iki kulak ve feri kesilmiş, titreyip duran iki diz verdi. Buruş buruş olmuş bir ten ve kurak topraktan farkı olmayan bir yüz verdi. Ama anladım ki, bunlar bile kalmayacak bana; ya bugün ya yarın bu saydıklarım da alınacak elimden... Bakmakla gözleri şenlendiren nice güzellik ve cemal sahibi insanlar tanıdım ben. İstersen, şimdi git gör onları; mezarda çürüyüp un-ufak olmuş yüzlerine bakmaya birkaç saniye olsun tahammül edebilecek misin?»
Evet, bu dünya hayatının gerçeği işte bundan ibarettir. Bakınız, Yûnus’umuz ne demiş:
Yalancı dünyâya konup göçenler,
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..
Üzerinde türlü otlar bitenler,
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..
Kiminin başında biter ağaçlar,
Kiminin başında sararır otlar,
Kimi mâsûm kimi güzel yiğitler
Ne söylerler, ne bir haber verirler!...
Toprağa gark olmuş nâzik tenleri,
Söylemeden kalmış tatlı dilleri,
Gelin duâdan unutman bunları
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..
Kimisi dördünde, kimi beşinde,
Kimisinin tâcı yoktur başında,
Kimi altı, kimi yedi yaşında,
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..
Kimisi bezirgân, kimisi hoca,
Ecel şerbetini içmek de güç a!
Kimi ak sakallı, kimi pîr koca
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..
Yûnus der ki, gör takdîrin işleri,
Dökülmüştür kirpikleri, kaşları,
Başları ucunda hece taşları,
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..
Bu hâlde soruyorum sizlere: Hangisi daha gerçek; ölüm mü hayat mı?
Cevap kendinden belli... Ancak insanlar, bunu bile bile nasıl hâlâ bu dünya hayatına râm olabiliyor ve zevk u sefâhet içinde kendilerini tüketebiliyorlar? Şaşılası bir durum değil mi? Mevlânâ Hazretleri, Mesnevî-i Şerîfi’nde bununla alâkalı olarak şunları söylemekte:
«Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet ve makam sahibi olmak, rüyada define bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesle aktarılır, yine dünyada kalır. Esas meziyet; malı, canı ve makamı doğru kullanmayı bilip âhiret sermayesi yapabilmektir.
Bunu bilmediğin için sen, yalnız geceleri uyumuyorsun ki!.. Gündüz de bir başka çeşit uykudasın, bir nevî rüya görüyorsun. Sen aslında bir gölge varlıksın; gölge teferruattandır. Asıl olan ay ışığıdır, yâni sen de dâhil, kâinat, bütün varlıklar gölge gibidir; asıl var olan, bu kâinatın tek sahibi olan Cenâb-ı Hak’tır.
Bu inançta olmayan mânâ körleri, her adımda kuyuya ve çamura düşmek korkusu içindedir. O zavallı binlerce korku ile yol alır.
Hakîkati gören Hak dostları ise, ömür yolunun başını da, sonunu da görür. O yoldaki çukurları ve kuyuları tanır…» ...”
Bu okuduklarından sonra Şebnem, derin bir nefes aldı. Fakat içindeki sızı, kanamaya devam ediyordu. Hâlâ çaresizdi. Ömründe hiç duymadığı kelimeler, yüreğini parçalamıştı. Okuduklarını düşünerek aldırmamaya çalıştı. Ama nâfile! Ne yapsa olmuyordu.
Ertesi gün yine aynı hâldeydi. Önceki günün sohbet neşesinden üzerinde hiçbir iz kalmamıştı. Âdeta tekrar harap olmuştu. Öğlene doğru yine gözlerine hücum eden yaşlar, tâkatini iyice kesti.
“– Bir tesellî!..” dedi; “Küçük bir tesellî…”
Sonunda bu fırtınayı, kendi kendine atlatamayacağını anlayınca, soluğu Nur Hemşire’nin yanında aldı.
Yolda kendisini zor tutan Şebnem, onun yanına varır varmaz yine ağlamaya başladı. Bir yandan ağlıyor, bir taraftan da Müge ile aralarında geçen konuşmayı anlatıyordu. Nur Hemşire, yerinden kalkarak Şebnem’in yanına oturdu ve sesini çıkarmadan bir müddet onu dinledi. Şebnem konuştukça rahatladı, sâkinleşti. O biraz sâkinleşince, Nûr Hemşire tane tane konuştu:
“– Şebnem, bak, sen doğru olanı yaptın. Müge, senin arkadaşın olabilir; fakat iyice anladın ki, onun seni içine çekmek istediği hayat, hiç de güzel ve güvenli bir hayat değil. O hayatın duvarları, nefsânî hazlarla örülmüş. Orada seni zehirlemek isteyen güler yüz maskeli, yalancı sûretler var!.. Müge de henüz bunun farkında değil. Bu hayatın gerçek yüzünün ne olduğuna dair sağlıklı bir fikri yok. Bu şekilde sana iyilik yaptığını zannedebilir. Fakat bütün bu yaptıkları sana kötülükten başka bir şey vermez.
Müge’nin hakaretleri, ruhu bomboş olanların söyledikleri basit nakaratlardan ibaret.. Seni fakirlik ve yetimlikle küçük ve hor görmesi, kendi zavallılık ve horluğunun ifadesi... Çünkü onun horladığı hususlar, insanoğluna apayrı şerefler kazandırmıştır. Meselâ bak; peygamberler insanların en zirveleridir. Böyle olmalarına rağmen her biri türlü türlü çile çemberinden geçmiştir. Peygamber Efendimiz’in de evinde günlerce sıcak bir aşın olmadığı zamanlar çoktur. Üstelik Cenâb-ı Allah, yetimlerin mahrumiyetini telâfî ve onlara izzet kazandırmak için o en sevgili kulunu yetim olarak dünyaya göndermiştir. Yani kâinâtın en asil insanı, bir yetimdi ve O yetim, bütün kâinâta rahmet oldu.
Yani demek istediğim, sakın Müge’nin basit ve zavallı sözleri seni üzmesin. Hem Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede ne buyuruyor:
“Rahmân’ın (hâlis) kulları, câhiller kendilerine sataştığı vakit (onlara incitmeksizin) «selâmetle» derler.” (el-Furkan, 63)
Sen de, o bu şekilde konuşunca aldırmamaya bak; onun sözlerini tebessümle geçiştir. Bak, sana iki adet güzel söz söyleyeceğim. Böylesi durumlarda bu sözler hatırına gelsin. Söyleyeceğim bu sözler, önceden beri tekkelerin, dergâhların duvarlarına levha yapılıp asılırdı. Bir sıkıntıyla karşılaştığında: «Bu da geçer yâ Hû!» de!.. Birisi haddini aşarak senin kalbini kırdığında ise, «Hoş gör yâ Hû!» de!.. Müge ile bir daha konuşacak olursan, durumu ona tatlı bir dille anlatmayı dene. Belki ilk sıralar seni dinlemeyecek ve yine kalbini kıracaktır. Ama inşallah o da bir müddet sonra seni anlamaya başlar.”
Nur Hemşire’nin bu sözleri Şebnem’in yüreğini biraz ferahlatmıştı. Ancak yine de ıstırabı tam dinmemişti. Belki kalan ıstırabın çaresi de Yunus Dede’de idi. Yalvaran gözlerle Nur Hemşire’ye baktı:
“– Ablacığım, beni Yunus Dede ile de tanıştırır mısın? Onun söyleyeceği her söze öyle muhtacım ki…” [/color]
13.02.2008 - dutkmd