Gönül İkliminde Damladan Deryaya Takdim

[color=blue]Gönül İkliminde Damladan Deryaya Takdim

Kıymetli Okuyucularımız,


“Gönül İkliminde Damladan Deryaya” başlığıyla bu sayfalarda bir silsile hâlinde yayınlanan bu roman, günümüz gençliğini özetleyen ve onun yaşayışına derinden tesir eden gerçekler etrafında kaleme alınmıştır.

Günümüz insanı, asrımızı kasıp kavuran sapık felsefelerin ve inançsızlık buhrânının neticesinde büyük bir mânevî erozyon yaşamaktadır. Toplumun zeminini kaydıran bu erozyon, cemiyeti ayakta tutan müesseseleri ve bilhassa âile yuvasını da tehdit eder vaziyete gelmiştir. Boşanmalarda görülen artış ve bilhassa mânevî boşluk içindeki genç kızlarımızın nefsânî tuzaklarda helâk olması, bu fâciânın geldiği vahim noktayı açıkça ortaya koymaktadır.

İşte bu gerçeklere tercüman olmak gâyesiyle kaleme alınan bu yazı serisinde, hayatın ve ölümün mânâsı, genç kızlarımızın ve âile hayatımızın önündeki tehlike ve bâdireler dile getirilmiştir. Toplumu bir moda hâlinde saran boş felsefeler, lüks yaşama hastalığı, eğlence adı altında yapılan çılgınlıklar, nefsânî tatminkârlık maksadıyla yapılan güç gösterileri gibi gençliği mahveden ahlâkî ve mânevî erozyona bir nebze temâs edilmiş ve bazı dertlerimizin çözüm yolları gösterilmiştir.
Şüphesiz bu hayâtî meseleler karşısında, fazîlet sahibi insanlarımıza düşen, bir sahra hastahânesindeki hekim hissiyâtıyla yaşayıp bu mânevî hastalıklar için devâ bulmaya çalışmaktır. Biz sadece, bu toplum yaralarının en öncelikli olanlarından birkaçına dikkat çektik. Bu yaraların gönlümüzde daha büyük bir duygu derinliği ve hassâsiyeti meydana getirmesi için de roman üslûbunu tercih ettik.
Unutmamalı ki, gençlerimizin gönül dünyaları ve onların tesis edeceği âile müesseseleri, günümüzde gittikçe artan insanlık yangınında ilk kurtarılması gereken değerlerdir. Dolayısıyla bugün iç dünyalarında yangından yangına, fâcialardan sefâletlere sürüklenenlere, toplumun süflî girdaplarında ve mezbeleliklerinde çırpınan insanlarımıza hidâyet eli uzatabilmek, sırât-ı müstakîm üzere olan her mü’minin en büyük vazîfesi ve en mühim îman ve vicdan borcudur.
Başından sonuna kadar bu gerçeği işlemeye çalışan ve Şebnem Dergimizin elinizdeki sayısında nihâyete eren “Gönül İkliminde Damladan Deryaya” adlı eserimiz, ele aldığı mevzûlar etrafında -Rabbimizin lutfuyla, inşâallah- derin tefekkürlere, ibretlere, hikmetlere, mes’ûliyetimizi idrâk etmeye ve hidâyet faâliyetlerini artıcı gayretlere vesîle olur.
Cenâb-ı Hak, maddeye râm olmuş bir dünyanın tuzaklarında boğulan taze ruhlara bir çıkış kapısı, hidâyet yolu nasîb eylesin, bizlere de bir ömür hidâyet yolunda cân u gönülden hizmet etmeyi ihsan buyursun. Âmîn…


OSMAN NURÄ° TOPBAÅž HOCAEFENDÄ° - ANASAYFA


Damladan Deryaya -1- "Gerçek Şifa"

Şebnem, 17 yaşında bir kızcağızdı. Liseyi yeni bitirmişti. Babası, Şebnem doğduktan bir hafta sonra vefat etmişti. Bir müddet sonra annesi de bu çileli hayata “Elvedâ!” demişti. Böylece küçük Şebnem, hem anneden, hem de babadan yetim kalmıştı. Hayatta olan yaşlı, nûr yüzlü ninesi, onu himâyesine almış ve mahrûmiyetler içinde de olsa Şebnem’i büyütüp yetiştirmişti. Fakat o şefkat gölgesi de, bir sene önce, hem de Şebnem’in aldığı diplomayı göremeden ebediyet âlemine kanat açmıştı.


Böylece hayatta kendini rûhen yapayalnız hisseden Şebnem, teyzesinde kalmaya başladı. Annesiz ve babasızlığın yanında, şimdi bir de kendisine hem annelik, hem de babalık yapmış olan ninesini kaybetmek, ona çok ağır gelmişti. Çalkantılı, kararsız, muzdarip ve huzursuzdu. Rahmetli ninesinin tatlı nasihatleri, hayatın acılığına henüz şifâ olamıyordu. Arkadaş çevresi de bu nasihatlerin gönlünde yeşermesine müsait değildi.

Belki de içindeki çalkantıların sebebi buydu. Yavaş yavaş Şebnem’i içine doğru çeken hayat, ninesinin dünyasından çok farklı bir hayattı. O hayatta nefsânî heveslerin gaflet ve hüsranı vardı. O hayatta erkekleşmiş kız arkadaşlarının kasvetli dünyası vardı. Çılgın eğlencelerde aklı, hayayı ve kalbi yitirmek vardı. O hayatta moda esâretinde yaşamak, vücudu da, ruhu da bin bir şeytânî boya badana ile perişan etmek vardı. Arkadaşları ona güzel olduğunu söyleyip onu yaldızlı, fakat içi bomboş bir hayatın ruhsuz bir figürü olmaya zorluyordu. Kadınlı-erkekli perişan ve sefil girdapların içinde boğulan yaralı bir gonca olmaya çağırıyorlardı.

Şebnem de, içindeki boşluklar dolayısıyla dıştan cilâlı ve göz alıcı görünen böyle bir cehennemî hayata özenmiyor değildi. Zaman zaman o hayata yaklaşıyordu. Ancak ah şu fakirlik! İsraf çılgınlığına yetecek maddî imkânı olmaması, onu frenliyordu. Ninesinden kalan tek geliri, merhûm dedesinden kalma şehitlik maaşından ibaretti. Aslında bu helâl gıda, onu mânen pek çok tehlikelerden koruyordu. Teyzesinin durumu da çok iyi olmadığından dolayı, içinde yeni yeşeren isteklere karşı eli-kolu bağlı kalıyordu. Bazen arkadaşları ona bir şeyler alıyor ve hediye ediyorlardı, fakat bu durumda içi rahat etmiyordu. Gittiği yerde yabancı gibi duruyordu.

Günleri hep huzursuz ve mânâsız geçiyordu. Bu hâlden duyduğu sıkıntılarla uyuduğu bir gecenin sabahında çalan cep telefonunun sesiyle irkilerek uyandı. Arayan, arkadaşı Müge’ydi. Onunla küçüklükten beri mahalleden tanışıyorlardı. Liseden de bu sene beraber mezun olmuşlardı. Çok hoppa ve şımarık bir kız olduğu için ninesinin de telkiniyle okuldayken pek sıkı-fıkı değillerdi, fakat iki aydır en yakın arkadaşı olmuştu.

Müge, heyecan ve telaşla onu dışarı çağırıyordu. Beraber mağazaya gideceklerdi. Çünkü ertesi gün öğleden sonra bir arkadaşları parti veriyordu. Müge, Şebnem’i de bu partiye gelmesi için zor belâ ikna etmişti. Bugün partide giyebilecekleri kıyafetleri alacaklardı.

Şebnem, üç aydır biriktirdiği parayı çekmeceden alıp çantasına koydu. Hazırlanıp dışarı çıktı ve birkaç sokak ötede oturan Müge’nin evine doğru yöneldi. Sokağın başında karşılaştılar.

“– Merhaba Şebnem, para aldın değil mi yanına?”

“– Aldım, aldım.”

“– İyi. Ben de babamdan para koparmak için sabahtan beri uğraşıyorum. Neymiş, daha geçen ay elbise almışlarmış… Oysa onlar ayrı, bu ayrı… Hem herkesin yepyeni kıyafetler giydiği bir partide ben eski elbiseler giyemem dedim, anlatamadım… Neyse ki, canım anneciğim sonunda onu ikna edebildi.”

Şebnem, anne ve baba kelimelerini duyunca bir an hüzünlendi. Yetimlik hissinin verdiği buruklukla yüreği titredi… İkisinin de şu an yanında olmasını ne de çok isterdi. Sonra birden ninesi geldi aklına… O hayattayken Şebnem’e yetimliğini hemen hemen hiç hissettirmemişti. Âdeta onun hem annesi, hem de babası olmuş; karşılaştığı acılı ve sıkıntılı hâlleri torununa yansıtmadan kendi sînesine gömmesini bilmişti. Ama artık o yoktu. Şebnem, ninesi vefat edeli her geçen gün yetimlik acısının ne demek olduğunu derinden derine hissetmeye başlamıştı yüreğinde…

Bu bir anlık düşünceden sonra Müge’nin yüzüne baktı. Sonra alacakları elbisenin heyecanı ve gidecekleri partide dikkatleri çekmek duygusu içini sardı. Sonra birden yüreği burkuldu: “Ninem şimdi hayatta olsa, kesinlikle göndermezdi beni partiye…” diye hafifçe mırıldandı.

Beraber yürümeye başladılar. Şebnem hâlâ dalgındı. Zihninde, ninesinden dinlediği sözlerle gideceği partinin cümbüşü çarpışıp duruyordu… O partiye gitmeyi çok istiyordu. Fakat içindeki tedirginlik de bir türlü dinmek bilmiyordu. Hiç samimiyet kurmadığı kişilerle beraber bulunacak ve eğlenecekti. Müge, delice dans ettiklerini anlatmıştı… Hiç gitmese miydi acaba? Çünkü orada kendisini bekleyen bir felâketin ayak seslerini duyuyordu âdeta... Sanki yıkılacak bir duvarın altına giriyordu.

Bu duygular kıskacında elbiseleri satın aldılar. Şebnem ertesi gün yine Müge’yle buluştu. Partiye gitmek üzere evden çıktılar. Fakat dünkü düşünceler, Şebnem’in zihnini de, kalbini de rahat bırakmıyordu. Sanki başında tonlarca ağırlık vardı. Hâlâ çok dalgındı. Âdeta arkadaşının yanında kurbanlık koyun gibi yürüyordu. Her tarafa bomboş bakıyordu. Ana caddeden karşıya geçerken de dikkatsizdi. Derken olan oldu.

Acı bir firen ve korna sesi… Şebnem, silkinip sıçrayamadı. Dayanılmaz bir ani acı hissetti. Sonra bütün sesler kesildi ve etraf birden karanlığa büründü… Şebnem, yeni, fakat kanlı elbiselerinin içinde yerde yatıyordu.

Gözlerini açtığında hastahanedeydi. Başında teyzesi ve genç bir hemşire vardı. Sordu:

“– Ne oldu bana?”

Hemşire cevapladı:

“– Kaza geçirmişsin. Kırmızı ışıkta geçmişsin.”

“– Kaza mı geçirmişim?

“– Endişe etme, ciddî bir şeyin yok. Çarpmanın şiddetiyle yara bereler ve sol bileğinde ezilme olmuş. Çok şükür ucuz atlatmışsın. Fakat her ihtimale karşı biraz müşâhede altında tutacağız.”

Hemşirenin adı Nûr’du. Şebnem baygın yatarken, hemşire, teyzesinden onun hakkında pek çok şey öğrenmişti. Nûr Hemşire de yetimdi. Bu sebeple Şebnem’le daha yakından ilgileniyordu. Yatağın kenarına oturarak Şebnem’e tebessümle baktı:

“– Dediğim gibi, üzülme!.. Bir-iki güne taburcu ederiz. Bu arada seninle ben ilgileneceğim. İki arkadaş gibi... Üstelik ortak noktalarımız var.”

“– Ne gibi?”

Nûr Hemşire, derin bir nefes aldı:

“– Ben de senin gibi yetimim. Ben bebekken evimizde yangın çıkmış. Beni kurtarmışlar, ancak annem ve babam kurtulamamış. Allah mekânlarını cennet etsin. Dedemle ninem beni sahiplenmişler. Yani ben de senin gibi ninemin ellerinde büyüdüm.”

Nûr Hemşire odadan çıkarken Şebnem, arkasından muhabbetle baktı. Birden kalbi ona ısınmıştı. Ninesi, isim müsemmâyı çeker, derdi. Bu, onun bir misali olsa gerek, diye düşündü. Sonra ninesinden nûrla ilgili dinlediği sözleri hatırladı. Ninesi derdi ki:
“Kızım, hayatı nûr içinde yaşa. Nûr hidâyettir. Nûr rahmettir. Gözünü de, gönlünü de Kur’ân’la nûrlandır. Rûhunu ve alnını secde ile nûrlardır. Yoksa zulmette boğulursun. Nûr, Allâh’ın yüce isimlerindendir. Nûrun en zirve tecellîsi, Hazret-i Peygamber’dedir. Onun mübârek sîması öyle parıldardı ki, Hazret-i Âişe annemiz, geceleri O’nun nûrunun ışığıyla iğneye ipliği geçirirdi. Peygamber Efendimiz’in çok sevdiği kızı Fâtıma, nübüvvet nûruna daha bir başka ayna olmuştu. Bu sebeple Efendimiz’e çok yakındı. İşte kızım, sen de içini dışını nûr ile doldur ki, Efendimiz’e yakın olasın. Ömür boyu zulmet çukurlarından kendini muhafaza edebilesin!”
__________________[/color]

4 yorum

Gönül İkliminde Damladan Deryaya Takdim

[color=blue]Gönül İkliminde Damladan Deryaya -3- "Uyanışın Eşiğindeki Istıraplar"

Sohbetten sonra Şebnem, Nur Hemşire’ye binbir teşekkür ederek kuş misali hafiflemiş bir hâlde evinin yolunu tuttu. Tam evin sokağına varmıştı ki, Müge ile karşı karşıya geldi. Bir an ne diyeceğini bilemedi. Zaten onun bir şey demesine fırsat bırakmadan Müge, öfkeli ve soğuk bir edâ ile kendisini soru yağmuruna tuttu:

“– Kızım, nerelerdeydin? Niçin partiye gelmedin? Biliyorsun bu partiyi, ikinci kez senin için düzenlemiştik!.. Ya sen ne yaptın? Gelmedin. Bu mu arkadaşlık? Söyle nasıl yaptın bunu? Neden? Niçin? Bizim bunca emeklerimizin ve sana verdiğimiz değerin karşılığı bu mu?”

Şebnem, bir an şaşakaldı. Ne diyeceğini bilemez bir hâle düşmüştü. Fakat sonra sohbette dinlediklerinin, ta kalbinin derinliklerinde oluşturduğu mânevî duygudan kuvvet alarak kararlı bir tavırla:

“– Yanlış ithamlarda bulunuyorsun!”

“– Yani bir de ben suçluyum öyle mi?”

“– Hayır, öyle demek istemedim. Sadece beni bu kadar itham etmene mânâ veremedim.”

“– Ya ne yapacaktım? Biz senin için o kadar uğraşalım; senin geleceğini hazırlayalım; sen ise ortalıktan kaybol! Olacak şey mi bu?”

Şebnem, Müge’nin koluna girdi:

“– Ne geleceği Müge! Nasıl bir gelecek? Her tarafı istifhamlarla dolu!.. Benim gelmeyişimin ise, çok geçerli bir sebebi var. Hatta birçok sebebi var. Böyle ayaküstü anlatamam. Gel eve geçelim, orada konuşuruz.”

Birlikte eve gittiler. Müge, alaylı alaylı sordu:

“– Neymiş bakalım bahsettiğin o çok geçerli sebepler? Eğer ciddi bir mazeretin yoksa, işte o zaman yandın…”

Şebnem derin bir nefes aldı:

“– Bak Müge, partiye gelemedim; çünkü katılmam gereken başka bir dâvetteydim.”

“– Kızım, sen insanı çıldırtırsın! Mâzeretin, suçundan büyük!.. Ne davetiymiş bu?”

“– Müge!.. Biliyorsun, hastaneden yeni çıktım. Benim için toparlanmak daha mühimdi. Bu sebeple ruhumu dinlendirebileceğim bir yere gittim. Yani mükemmel bir sohbete katıldım.”

Müge gittikçe şaşırıyordu:

“– Şebnem, sende anlayamadığım değişiklikler seziyorum. Sohbet mohbet de nereden çıktı? Böyle sıkıcı bir şey yüzünden mi partiye gelmedin?”

“– Yoo hayır, aslâ sıkıcı değildi. Çok şaşıracaksın, ama o kadar huzurla doldum ki, anlatamam. Hatta senin bile orada olmanı, anlatılanları dinlemeni arzu ettim.”

“– Lâf seninkisi!.. Yani sen kaçırdığın partiye hiç üzülmüyorsun anlaşılan! Oysa önceleri böyle bir durumda kahrolurdun!”

“– Açıkça konuşmamı istersen, gelmediğim için şu an daha sevinçliyim.”

Müge dargınlaştı:

“– Aşk olsun, bunu senden hiç beklemezdim. Hem suçlu, hem de güçlü olmaya çalışıyorsun. Bugün nasıl bir fırsat kaçırdığının farkında mısın, Sen?!.”

Şebnem’i, güya uyandırmak için omuzlarından sarstı. Eskiden olduğu gibi onu özendirmek için ballandıra ballandıra anlatmaya başladı:

“– Sen orada olup da benim neşemi ve forsumu bir görmeliydin. Herkesin gözü üzerimdeydi. Sen gelmeyince günü benim adıma çevirdik. Öyle eğlenceli vakit geçirdik ki, tadına doyum olmaz. Yoruluncaya kadar dans ettim. Birinden birine, öbüründen öbürüne… Beğen beğendiğini… Ha, arada bir-iki kadeh de attım tabiî!.. Şu an senin kaçırdığın keyfim, orada tam yerindeydi. Kızım, dünya burası! Yaşayacaksın, gençliğin ve güzelliğin tadını çıkaracaksın!”

Önceden olsaydı, Şebnem, böyle bir parti için Müge’ye yalvar yakar olurdu. Ancak bütün bu yalancı yaldızlar, gözünden düşmüş ve onun ruhunu sıkar olmuştu. Yüzüne de akseden bu sıkıntıyı sezen Müge burkuldu:

“– Biz neşeden sarhoş olalım; sen de kendi içine kapanıp körü körüne yaşa, olur mu?”

Sonra bu meseleyi hırs yaptı ve suâlinin cevabını kendi verdi:

“– Hayır olmaz. Asla bırakmam seni!.. Düştüğün yerden çekip çıkaracağım seni. Evet, evet!.. Aynı günü bir daha tertipleyeceğiz.”

Şebnem, tattığı huzur iklimine dair henüz bilgi ve ifade eksikliği içerinde olduğundan dolayı, hâlini anlatamamanın derdi içinde Müge’nin sözünü kesti:

“– Boşuna yorulma; yoksa hazırlayacağın gün, yine senin üzerine kalır.”

Şebnem, Müge’nin yersiz ısrarları karşısında artık daha temkinli ve düşünceli idi. Onun, kendisini nasıl bir atlama taşı yaptığını bir kez daha kavramıştı. Müge’ye râm olduğu takdirde, onun karanlık dünyasında nefsânî arzuların sermâyesi olacak, belki de nice zehirli kadehlerin mezesi hâline gelecekti. Böyle bir uçurumdan kendisini kurtaran Rabbine hamdetti. Nur Hemşire ile Yunus Dede’ye de minnet içinde «Allah onlardan razı olsun!» dedi.

Müge ise, onun bu kararlı tutumuna bir türlü akıl erdiremiyordu:

“– Deli misin kız?”

“– Hayır Müge!.. Aksine akıllanmaya başladım. Sana bir türlü anlatamıyorum, fakat gönlüm, artık o bahsettiğin şeylerden el çekmiş durumda... Bu fânî hayatı, boş aldanışların sahte yaldızları için hebâ edemem.”

Müge, duyduklarını bir türlü anlayamıyor, daha doğrusu hazmedemiyordu:

“– Ne aldanışı? Kızım eğlenmedikten ve tadını çıkarmadıktan sonra yaşamanın ne mânâsı var ki! Kaçırdığın fırsatların farkında değilsin. Kızım, insan bu dünyaya bir kere geliyor!..”

İşte Şebnem’in ifade etmek istediği zaten buydu:

“– Ben de onu diyorum ya! Dünyaya bir daha gelmeyeceğiz, gittik mi de dönmeyeceğiz. Onun için geride kalana göre değil, ileride bizi bekleyen istikbâle göre yaşamalıyız, çünkü ileridekini yaşayacağız. Çünkü esas hayat, ötelerdeki hayat…”

“ – Ben ilerisini gerisi bilmem, tadını çıkardığım zamana bakarım.”

“– Zaman… O, bizi sürekli ileriye taşıyan bir vâsıta. Onu tam anlayabilirsek, bahsettiğim gerçek daha da netleşir.”

“– Nasıl yani?”

“– Çünkü zaman denilen şey, ne ödünç verilebilir, ne de borç alınabilir! Gitti mi bir daha geri dönmez, gideni de geri döndürmez. Bak, bu fânî ömür; her gün dünyaya binlerce geliş ve her gün dünyadan binlerce gidişin hicranlı köprüsü değil de nedir? Böyle bir köprünün üstünde bir anlık vakitte, insan nasıl olur da aldanış içinde yaşar?”

Fakat Şebnem ne dese, Müge’nin kulağına girmiyordu:

“– O yaptığından sonra bir de şimdi beni itham mı ediyorsun? Ne aldanışı kızım?”

“– Niçin düşünmek ve anlamak istemiyorsun? Bastığın toprağı düşün. Bak, âdeta üst üste çakışmış milyonlarca gölge yığını… Her adımda, belki toprak terkibine dönmüş milyonlarca ceset çiğniyorsun. Tabiî, onlar şimdi ceset değil, sadece toprak. Yani bastığın bu toprağın harmanı, nice cesetlerle dolu!.. Önemli olan ruhların nerede olacağı? Yani birgün solup gidecek ve toprak olacak cesede değil, ebediyet yolcusu olacak olan ruha yönelmeli... Bunun için hayatta iken yalancı ve aldatıcı yaldızların boş saltanatına kanma ki, yarın toprak altı horluğuna düşmeyesin…”

Bu kararlı ve içi dolu sözler karşısında, Şebnem’i, parti için artık ikna edemeyeceğini anlamanın verdiği gerginlikle Müge iyice sinirlendi. Dün kendisinin gölgesi olan kimsesiz, fakir ve sıradan bir kızın, bugün başına alt edemeyeceği bir nasihatçi ve yol gösterici kesilmesi, onu çileden çıkarmıştı. Söylenenleri birazcık olsun düşünüp de arkadaşını anlamaya çalışacağı yerde, kabaran gururu, arsız ve şımarık hâliyle Şebnem’e tepeden hakir gözlerle bakarak zehir zemberek konuştu:

“– Zavallı kız! Anladım ki, benim gibi zengin birinin senin gibi yetimle arkadaşlığı tam bir enayilikmiş! Ananın-babanın ve parasızlığının acısını hissettirmeyelim dedik, suç oldu. Üstelik paran yok diye kıyafetlerini bile ben aldım. Ne sohbeti, ne nasihati bu yaşta? Güzelsin, fakat kafan örümceklenmiş. Şimdi ben arkadaşlara, Şebnem, partiye sohbet yüzünden gelmedi desem, millet güler mi yoksa sana acır mı, bilemiyorum. Ne diyeyim, kendine yazık ediyorsun!..”

Sonra ayağa fırladı ve kapıya yöneldi. Şebnem arkasından buruk ve şaşkın bir hâlde seslendi:

“– Müge!”

Öfkeden boğulan Müge, sert bakışlarla son kez Şebnem’e baktı ve:

“– Bana eyvallah artık. Mademki benim hayat rotamın dışına çıktın, sana sonsuza kadar elvedâ!.. Senin için bütün yaptıklarıma da eyvahlar olsun!..” dedi ve kapıyı çarparak çıktı gitti.
__________________
Şebnem donakaldı. Ne yapacağını şaşırdı. Beyni şiddetli bir şekilde zonklamaya başladı. Aralarında hiç su sızmayan arkadaşının kendisine sarf ettiği son cümleler, başına vurulmuş balyozlar gibiydi. Bu aşağılayıcı ifadeleri söyletecek ne yapmıştı ki!.. Başına kakılan iyilikler, horlanan yetimliği ve fakirliği, henüz gönlü küçük bir tomurcuk olan Şebnem’i tahrip etti. Boğazına bir şeyler düğümlendi. Yutkundu. Olmadı. Bütün vücudu titremeye başladı. Sonra birden boşanan yağmur gibi hıçkırdı, hıçkırdı, hıçkırdı…

Gözyaşlarını durduramayan Şebnem, söylenenleri düşündükçe bunalıyordu. «Aman Allâh’ım, ne yapacağım?» diyordu.

Biraz durulduğunda odasına geçti. Beynini dağıtan hakaret ve horlama fırtınalarını dindirmek için uyumayı denedi. Uyuyamadı. Rafındaki tek kitabına baktı. Nur Hemşire vermişti. Belki, biraz ferahlarım, diyerek eline aldı. Rastgele açtı. Karşısına çıkan yazı bir anda dikkatini çekti:

“Hangisi Daha Gerçek: Hayat mı, Ölüm mü?”

Okumaya başladı:
“Dünya hayatı ne kadar gerçek? Öğrenmek mi istiyorsunuz? O hâlde bunu, görmüş geçirmiş ve dünya üzerinde, sizden daha fazla tecrübeye sahip olmuş bir ihtiyara sorun. Sorun ona: «Bu dünyada kaç sene yaşadın?» diye... Şöyle cevap verecektir:
«Hesaplarsak, 80-90 sene diyorlar. Ancak; hiç de öyle değil... Sanki daha dün doğmuşum ve bugün de göçüp gitmek üzereyim. Beraber gün geçirdiğimiz dostlar, ahbaplar, hepsi birer hayâl oldu. Sanki hiç yaşamamışım. Sadece bir anlık rüya görmüş gibiyim.»
Ona tekrar sorun: «Peki, bu dünya sana ne verdi?» diye. Bu kez de şu cevabı alacaksınız:
«Bu dünya bana, ağrı ve sızıyla dolu şu iki büklüm beli verdi. Görmekten âciz kalmış iki göz, lâyıkıyla işitmesini kaybetmiş iki kulak ve feri kesilmiş, titreyip duran iki diz verdi. Buruş buruş olmuş bir ten ve kurak topraktan farkı olmayan bir yüz verdi. Ama anladım ki, bunlar bile kalmayacak bana; ya bugün ya yarın bu saydıklarım da alınacak elimden... Bakmakla gözleri şenlendiren nice güzellik ve cemal sahibi insanlar tanıdım ben. İstersen, şimdi git gör onları; mezarda çürüyüp un-ufak olmuş yüzlerine bakmaya birkaç saniye olsun tahammül edebilecek misin?»
Evet, bu dünya hayatının gerçeği işte bundan ibarettir. Bakınız, Yûnus’umuz ne demiş:
Yalancı dünyâya konup göçenler,
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..
Üzerinde türlü otlar bitenler,
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

Kiminin başında biter ağaçlar,
Kiminin başında sararır otlar,
Kimi mâsûm kimi güzel yiğitler
Ne söylerler, ne bir haber verirler!...
Toprağa gark olmuş nâzik tenleri,
Söylemeden kalmış tatlı dilleri,
Gelin duâdan unutman bunları
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

Kimisi dördünde, kimi beşinde,
Kimisinin tâcı yoktur başında,
Kimi altı, kimi yedi yaşında,
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

Kimisi bezirgân, kimisi hoca,
Ecel şerbetini içmek de güç a!
Kimi ak sakallı, kimi pîr koca
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

Yûnus der ki, gör takdîrin işleri,
Dökülmüştür kirpikleri, kaşları,
Başları ucunda hece taşları,
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

Bu hâlde soruyorum sizlere: Hangisi daha gerçek; ölüm mü hayat mı?

Cevap kendinden belli... Ancak insanlar, bunu bile bile nasıl hâlâ bu dünya hayatına râm olabiliyor ve zevk u sefâhet içinde kendilerini tüketebiliyorlar? Şaşılası bir durum değil mi? Mevlânâ Hazretleri, Mesnevî-i Şerîfi’nde bununla alâkalı olarak şunları söylemekte:
«Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet ve makam sahibi olmak, rüyada define bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesle aktarılır, yine dünyada kalır. Esas meziyet; malı, canı ve makamı doğru kullanmayı bilip âhiret sermayesi yapabilmektir.
Bunu bilmediğin için sen, yalnız geceleri uyumuyorsun ki!.. Gündüz de bir başka çeşit uykudasın, bir nevî rüya görüyorsun. Sen aslında bir gölge varlıksın; gölge teferruattandır. Asıl olan ay ışığıdır, yâni sen de dâhil, kâinat, bütün varlıklar gölge gibidir; asıl var olan, bu kâinatın tek sahibi olan Cenâb-ı Hak’tır.
Bu inançta olmayan mânâ körleri, her adımda kuyuya ve çamura düşmek korkusu içindedir. O zavallı binlerce korku ile yol alır.
Hakîkati gören Hak dostları ise, ömür yolunun başını da, sonunu da görür. O yoldaki çukurları ve kuyuları tanır…» ...”
Bu okuduklarından sonra Şebnem, derin bir nefes aldı. Fakat içindeki sızı, kanamaya devam ediyordu. Hâlâ çaresizdi. Ömründe hiç duymadığı kelimeler, yüreğini parçalamıştı. Okuduklarını düşünerek aldırmamaya çalıştı. Ama nâfile! Ne yapsa olmuyordu.

Ertesi gün yine aynı hâldeydi. Önceki günün sohbet neşesinden üzerinde hiçbir iz kalmamıştı. Âdeta tekrar harap olmuştu. Öğlene doğru yine gözlerine hücum eden yaşlar, tâkatini iyice kesti.

“– Bir tesellî!..” dedi; “Küçük bir tesellî…”

Sonunda bu fırtınayı, kendi kendine atlatamayacağını anlayınca, soluğu Nur Hemşire’nin yanında aldı.

Yolda kendisini zor tutan Şebnem, onun yanına varır varmaz yine ağlamaya başladı. Bir yandan ağlıyor, bir taraftan da Müge ile aralarında geçen konuşmayı anlatıyordu. Nur Hemşire, yerinden kalkarak Şebnem’in yanına oturdu ve sesini çıkarmadan bir müddet onu dinledi. Şebnem konuştukça rahatladı, sâkinleşti. O biraz sâkinleşince, Nûr Hemşire tane tane konuştu:
“– Şebnem, bak, sen doğru olanı yaptın. Müge, senin arkadaşın olabilir; fakat iyice anladın ki, onun seni içine çekmek istediği hayat, hiç de güzel ve güvenli bir hayat değil. O hayatın duvarları, nefsânî hazlarla örülmüş. Orada seni zehirlemek isteyen güler yüz maskeli, yalancı sûretler var!.. Müge de henüz bunun farkında değil. Bu hayatın gerçek yüzünün ne olduğuna dair sağlıklı bir fikri yok. Bu şekilde sana iyilik yaptığını zannedebilir. Fakat bütün bu yaptıkları sana kötülükten başka bir şey vermez.
Müge’nin hakaretleri, ruhu bomboş olanların söyledikleri basit nakaratlardan ibaret.. Seni fakirlik ve yetimlikle küçük ve hor görmesi, kendi zavallılık ve horluğunun ifadesi... Çünkü onun horladığı hususlar, insanoğluna apayrı şerefler kazandırmıştır. Meselâ bak; peygamberler insanların en zirveleridir. Böyle olmalarına rağmen her biri türlü türlü çile çemberinden geçmiştir. Peygamber Efendimiz’in de evinde günlerce sıcak bir aşın olmadığı zamanlar çoktur. Üstelik Cenâb-ı Allah, yetimlerin mahrumiyetini telâfî ve onlara izzet kazandırmak için o en sevgili kulunu yetim olarak dünyaya göndermiştir. Yani kâinâtın en asil insanı, bir yetimdi ve O yetim, bütün kâinâta rahmet oldu.
Yani demek istediğim, sakın Müge’nin basit ve zavallı sözleri seni üzmesin. Hem Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede ne buyuruyor:
“Rahmân’ın (hâlis) kulları, câhiller kendilerine sataştığı vakit (onlara incitmeksizin) «selâmetle» derler.” (el-Furkan, 63)
Sen de, o bu şekilde konuşunca aldırmamaya bak; onun sözlerini tebessümle geçiştir. Bak, sana iki adet güzel söz söyleyeceğim. Böylesi durumlarda bu sözler hatırına gelsin. Söyleyeceğim bu sözler, önceden beri tekkelerin, dergâhların duvarlarına levha yapılıp asılırdı. Bir sıkıntıyla karşılaştığında: «Bu da geçer yâ Hû!» de!.. Birisi haddini aşarak senin kalbini kırdığında ise, «Hoş gör yâ Hû!» de!.. Müge ile bir daha konuşacak olursan, durumu ona tatlı bir dille anlatmayı dene. Belki ilk sıralar seni dinlemeyecek ve yine kalbini kıracaktır. Ama inşallah o da bir müddet sonra seni anlamaya başlar.”
Nur Hemşire’nin bu sözleri Şebnem’in yüreğini biraz ferahlatmıştı. Ancak yine de ıstırabı tam dinmemişti. Belki kalan ıstırabın çaresi de Yunus Dede’de idi. Yalvaran gözlerle Nur Hemşire’ye baktı:


“– Ablacığım, beni Yunus Dede ile de tanıştırır mısın? Onun söyleyeceği her söze öyle muhtacım ki…” [/color]

13.02.2008 - dutkmd

Gönül İkliminde Damladan Deryaya Takdim

[color=blue]Ağaçlar arasında bir dere akıp gider. Onun berrak suyunda iki tarafın ağaçlarının akislerini görürsün. Su içine aksedip görülenler, hayalî bir bağ-bahçedir. (Bu misalde olduğu gibi) asıl bağ ve bahçeler, gönüldedir. Çünkü gönül, nazargâh-ı ilâhîdir.
Diğer varlıkların zarîf ve latîf akisleri, su ve çamurdan olan dünya âlemindedir. Eğer bu âlemdekiler, gönül âlemindeki o neşe selvisinin aksi olmasaydı, Cenâb-ı Hak bu hayal âlemine, aldanış mekânı demezdi.
Bir âyet-i kerîmede:
«Her canlı ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı muhakkak kıyâmet günü tastamam verilecektir. O vakit, kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa, artık o, muhakkak murâdına ermiştir. (Bu) dünya hayatı, aldanma metâından başka bir şey değildir.» (Âl-i İmran, 185) buyrulur.
Gâfil olanlar ve dünyayı cennet zannederek «Cennet budur!» diyenler, bu derenin görüntüsüne kananlardır. Asıl bağ ve bahçelerden, yani evliyâullah’tan uzakta kalanlar, bomboş hayallere meylederek aldanırlar...
Bir gün bu gaflet uykusu nihayet bulur. Gözler açılır, hakikat görülür. Fakat son nefeste o manzaranın ne faydası olur?
Âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi: «Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.» (Kâf, 19)
Şu hâlde hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çeken ve; “Ölmeden evvel ölünüz!” düstûru ile yaşayan kimseye ne mutlu! Ne mutlu ki, onun rûhu, bu bağın hakikatinden koku almıştır.»
Cenâb-ı Hak, bu fânî ömrü ebedî ömre mazhar olacak güzel amellerle değerlendirebilmeyi, hayatın gayesini idrâk edebilmeyi ve O’na kavuşma iştiyâkı içerisinde son nefesimizi vuslat ânı olarak yaşayabilmeyi hepimize nasîb eylesin! Âmîn…”
Son duâ cümleleri ile birlikte Yunus Dede, sohbetini bitirdi. Dinleyiciler arasından bazıları birtakım sualler sordular. Yunus Dede, onları da kısa ve veciz bir şekilde açıklayıp müsaade aldı.

Şebnem yerinden kıpırdamıyordu. Herkes yavaş yavaş oradan ayrılırken Şebnem hâlâ yerinde oturuyordu. Teneffüs ettiği mânevî havanın ve gönlünde hissettiği feyiz ve huzurun kaybolmaması için, âdeta kalkmaması gerektiğini düşünüyordu. Sanki dışarı çıkınca burada hissettiklerini birileri elinden alacakmışçasına bir endişe içerisindeydi. Salon iyice boşalıp da Nur Hemşire:

“– Kalkalım mı?” diye sorduğunda mahzunlaştı:

“– Ablacığım, keşke hiç bitmeseydi… Sanki bu mekânda bir mıknatıs var. Kalkmak istemiyorum. Bir saatlik bu sohbet, bana bir dakika kadar kısa geldi…”

Nur Hemşire gülümsedi:

“– Mânevî haz ve huzurla geçen anlar, insan o anları bitmesin diye arzu ettiği için çok kısa gelir. Vakit olarak gerçekten de çok kısa gibidir, ama istifade edildiği nisbette neticeleri büyüktür.”

Şebnem kalkarken sohbetle ilgili son değerlendirmesini vecd hâlindeki gönlüyle şöyle ifade etti:


“– Ablacığım, benim için önümüzdeki haftaya kadar günler çok uzun geçecek…”

ŞEBNEM DERGİSİ[/color]

13.02.2008 - dutkmd

Gönül İkliminde Damladan Deryaya Takdim

[color=blue]Gönül İkliminde Damladan Deryaya -2- "Maddî ve Mânevî Temâyüller"

Şebnem, Hüdâyî Külliyesi’ne vardığında Nur Hemşire’nin kendisini beklediğini gördü. Nur Hemşire büyük bir sevinç ve samîmiyetle onu kucakladı:

“– Geleceğini biliyordum. Tam vaktinde yetiştin.”

“– Ablacığım, ne yalan söyleyeyim biraz zorlandım, ama gönlümün tercihi burası oldu. Bunda sizin ve ninemin payı oldukça büyük. Rabbim râzı olsun.”

“– Hep böyledir aslında. Doğru ve olumlu işlere yönelince yanlış ve zararlı işleri terk etmiş, onlardan vazgeçmiş oluruz. Aynı şekilde yanlış ve olumsuz olan şeylere yönelince de doğru ve huzur getirecek işlerden uzaklaşmış oluruz.”

Şebnem, hak verdiğini ifade etmek için başını hafifçe salladı. Hastahanede yaşadıkları ve ninesinin kabrini ziyarette hissettikleri, kavradıkları, yönelişleri, tam bu gerçeğin tecellîsiydi. Yanlış olandan vazgeçmeden, doğru olanın tadına varmanın mümkün olamayacağını kavramıştı. Diğer bir ifadeyle, yanlışı terk ederek doğru olana sarılmanın verdiği gerçek hazzı tatmıştı bugün. Müteşekkir gözlerle Nur Hemşire’ye baktı:

“– Söylediklerini bugün çok daha iyi anladım ablacığım. Çok teşekkür ederim.”

“– Estağfirullah kardeşim. Cenâb-ı Hakk’ın lutfu. Sendeki samimiyet ve idrâkin bereketi. Rahmetli ninenin duâsı.”

Nur Hemşire saate baktı:

“– Şebnem, vakit yaklaştı. Haydi içeri girelim.”

Şebnem, Nur Hemşire’yle birlikte sohbetin yapılacağı salona girdi. Büyük bir kalabalıkla karşılaştı. Fakat bu kalabalığa rağmen içeride ruhlara sükûnet veren bir hava hâkimdi. Müsâit bir yere oturdular. Şebnem, daha o anda kalbini kuşatan bir huzurun lezzetini tatmaya başladı.

Çok geçmeden konuşma kürsüsüne ön kapıdan beyaz sakallı, temiz giyimli, yetmiş yaşlarında, nur yüzlü bir dede geldi. Yunus Dede bu olmalıydı. Yüzünde huzur verici bir ifade ve sakinlik hâkimdi. Yunus Dede, sandalyesine oturduğunda önce kısa bir duâ okudu. Sonra besmele çekip ruhlara sükûnet veren tatlı bir ses tonuyla ve tane tane konuşmaya başladı. Sanki kalbi, dil olmuştu. Ne söylese Şebnem’in yüreğine, âdeta sedef kakma-çakma sanatı gibi işleniyordu. Üstelik anlattıkları, Şebnem’in yaşadığı rûhî ihtilâçların yeni cevapları mâhiyetindeydi. Onun son günlerde başından geçenler neticesinde gönlünde açılan tefekkür penceresine hikmet semâlarından yeni ışıklar aksediyordu. Düşünmeye çalıştıklarını, daha önce düşünmüş bir idrakten dinlemek, anlamaya çalıştıklarını anlamış bir gönülden işitmek, Şebnem’de ikinci ve daha tesirli bir şifâ olarak tecellî ediyordu. Dakikalar geçtikçe Yunus Dede’yi daha bir can kulağı ile dinledi. Dinledikçe idrâki açıldı, idrâki açıldıkça gönlü ferahladı. Bazı bildiği şeyleri bile ilk defa duyar gibiydi. Yunus Dede’nin her sözü Şebnem için hayat iksiri olmuştu.

Yunus Dede, her hakîkati hikmet ve irfan üslûbu ile anlatıyordu:
“İnsan, bu dünyaya geldiğinde âdeta boş bir kaset gibidir. Üzerine ne doldurursa ona göre bir hayat sürer. Kıyâmet günü «İkra’ Kitâbeke: Kitâbını oku!..» emriyle o kaset önüne açılacak ve insana hayat senaryosu seyrettirilecek!.. Bu itibarla dünya ve âhiret saâdetini kazanma gayreti içinde olan her insan, gönlünü Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyeti ile doldurmaya mecburdur. Çünkü gönül, Kur’ân ile yoğrulduğu nisbette «ahsen-i takvîm»e, yani en güzel yaratılış sırrına nâil olur. Kur’ân’ın sonsuz hikmetlerinden, ancak canlı bir Kur’ân olarak yaşarsa nasip almaya başlar. İnsan, bu sâyede fıtratındaki menfîlikleri köreltir. Rabbinin lutfettiği meziyetleri inkişâf ettirerek fazîletler ve güzellikler menbaı hâline gelir.
Kur’ân-ı Kerîm öylesine esrar dolu bir yüce kelâmdır ki; her idrâk, iz’ân ve vicdâna, onların seviyesi ölçüsünde ilâhî sırlarını açar. Çünkü Kur’ân’ın kaynağı Allah’tır. Bunun içindir ki, Kur’ân’a vâkıf olmak ve onun iki cihan saâdetine vesîle olan bereketli iklîminde yaşayabilmek, her şeyden önce Allah ve Rasûlü’ne engin bir muhabbet ister. Çünkü yüce hakîkatlerin de sonsuz nasiplerin de kapısı, ancak muhabbettir. Her mü’min rahle başına oturur, lâkin muhabbetinin enginliğine göre bir seviye alır.
Muhabbetin gerçek mekânı ise nefsimiz değil, gönlümüzdür, kalbimizdir. Kalp, ancak muhabbet-i ilâhî için vardır. Nasıl ki berrak bir denizde dipteki taşlar bile âşikâr görünürse, mânevî duygulara ve ilâhî muhabbete mazhar olan kalp de aynen öyledir. Böyle bir kalbin gönül penceresinden ötelerin ötesine nice yollar ve ufuklar açılır; neticede o kalbin sahibi; zarâfet, nezâket ve insanlık ufkunda derinleşir ve hikmet sahibi olur.
Ancak unutmamalı ki, insan kelimesi, ünsiyet ve nisyan kelimeleriyle alâkalıdır. Bir kalp, hayır veya şer, ne ile ünsiyet ederse, onun istikâmetine girer. Bunun için, ömrümüz boyunca kalbimizi bilhassa nisyandan, yani Allâh’ı ve kendimizi unutmaktan korumamız zarûrîdir. Zîra nisyan; nefse mağlûbiyettir, kulun kulluğunu unutmasıdır.
Cenâb-ı Hak buyurur:
«(Rasûlüm!) Nefsânî arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Ona Sen mi vekil olacaksın?»
(el-Furkan, 43)
Kalpteki menfî hasletler, insanın Kur’ân ile doğru buluşmasına mânî olur. Hattâ Kur’ân’ın rahmeti, şifâsı ve hidâyeti ile buluşamayanlar tam aksine murdarlığa dûçâr olurlar.
İnsanın bu menfî hâle düşmesine sebep, ten esareti altında yaşamasıdır. Çünkü insan, bedeni itibâriyle türâbîdir, yani topraktan gelmiştir ve toprak terkibinden çıkanlarla gıdalanır. Böyle olunca gaflete dûçâr oldukça nefsâniyete temâyül eder. Nihayet rûhun bedeni terk etmesiyle de toprağa döner.
Ancak insan, rûhu itibariyle de Allâh’a mensuptur. Dolayısıyla kulluğunu unutan, yani nisyana düşen her kalbin tedâvîsi, rûhun mensûb olduğu Rabbini çokça zikretmektir. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle îkaz buyurur:
«Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.»
(el-Haşr, 19)
Bu ilâhî îkazın ehemmiyetini çok iyi idrak etmemiz lâzımdır. Çünkü bir insanda nefsânî arzular gâlip gelince, kul Allah’tan uzaklaşmakta, rûhânî duygular gâlip gelince de Allâh’a yaklaşmaktadır. Bu itibarla Cenâb-ı Hakk’ın bütün nîmetleri, iki ağızlı bir bıçak gibidir. Allâh’ı unutup da ilâhî ikramları nefsinde zehre dönüştürenleri perîşan eder. Ancak Cenâb-ı Hakk’ı dâimâ şükürle yâd edip de ilâhî lutufları gönlünde şifa ve berekete dönüştürenleri iki cihan saâdetine nâil eder. Dolayısıyla bu âlemde bize emanet ne varsa hiçbirini nefsimize mâl etmemeli ve hepsini sadece birer vasıta ve imtihan olarak görmeliyiz.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
«Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.»
(et-Tekâsür, 8)
Şu bir gerçektir ki, bu fânî dünya, ebedî âleme giden yolda sadece bir istasyondur. İstasyonda uyumak da perişanlık ve pişmanlıktır.
Cenâb-ı Hak, her şeyi bir kader ile halketmiştir. Sıramız gelince anne karnında bir cesede bürünüp dünyaya geldik, dünyadaki zamanımız dolunca cesedden çıkıp kabir hayatıyla ebedî yolculuğumuza devam edeceğiz.
Yani hayatın manzarası, biri giriş, diğeri de çıkış olan iki kapı arasındaki bir nevî koridorda, zaman zaman rûhânî tecellîlerle, zaman zaman da nefsânî handikaplarla dolu bir engelli koşudan ibârettir.
Dünyâ ve âhiret hayatının saâdeti, kundak ile tabut arasına sıkışan idrakteki ölüm muammâsını çözmekle başlar. Zîrâ ölüm, nefs engelini aşamayanlar için acı bir musibet, diğer taraftan vahyin ilâhî sesine gönül verenler için de sonsuz saâdetin başlangıç noktasıdır.”
Şebnem, dinledikçe içindeki ihtilâçların sükûnete erdiğini hissediyordu. Sanki Yunus Dede, sırf ona konuşuyor gibiydi. Gözünde Müge’nin hâli canlandı. Önceleri gıpta ettiği Müge’ye artık acıyordu. Onun için üzülüyordu. Keşke o da bu nasihatleri duyabilseydi. Kim bilir gayret edilse, belki o da kazanılabilirdi. Şebnem bir an daldığı bu düşüncelerden sıyrıldı ve tekrar Yunus Dede’yi can kulağı ile dinlemeye koyuldu.

Yunus Dede, aynı berraklıkla anlatıyordu:
“Rûhî ihtilâçlar içinde kıvranan insanın kurtuluşu nerededir? İşte bu noktada var oluşumuzun gerçek gayesine dair bir soru sormamız gerekiyor. Zira biliyoruz ki, âlemde gayesiz bir sûrette yaratılmış tek bir atom zerreciği bile bulunmamaktadır.
Şöyle bir düşünelim:
İlk insan Âdem -aleyhisselâm-’dan bu yana dünyadan milyarlarca insan gelip geçmiş, bu dünya defalarca dolup boşalmıştır. Bunların arasında cihana hükmetmiş nice sultanlar ve varlığının hesabını bile bilmeyen servet sahipleri de bulunmaktadır. Fakat ortalama 70-80 senelik kısa bir ömür neticesinde ölüm, sultan ile dilenciyi hiçbir zaman birbirinden ayırmamış ve herkesin bedenini öğüterek bir avuç topraktan ibaret hâle getirmiştir. Her gün üzerinde gezindiğimiz topraklar, bu hakikatin binlerce kez tecellî ettiği ibret levhalarıyla doludur. Bu ibret levhaları bize göstermektedir ki, binbir ihtimam ile semirtip beslediğimiz bedenimiz toprak olmaya ve üstüne titrediğimiz servetimiz de kuruşuna varana dek elimizden çıkarak vârislerimize devredilmeye mahkûm... Dünya hayatının bu vasfına dair Mevlânâ Hazretleri’nin şu hikmetli ifadeleri ne kadar mânidardır:
«Dünya hayatı bir rüyadan ibârettir. Dünyada servet sahibi olmak, rüyada define bulmak gibidir. Dünya malı, muayyen bir zaman dilimi içinde nesilden nesile aktarılarak yine dünyada kalır.»
«Sen bir padişah olsan, debdebe ve şatafatlı bir taç ile tahtın, hesapsız malın mülkün, orduların olsa da, şunu iyi bil ki, Allah’ı unutturan her şey, seni yavaş yavaş helâke götüren şeylerdir.»
Şu hâlde;
Hayatın gayesini yiyip içmekten, hevâ ve hevesinin peşinde koşmaktan ibaret zannedip saadet ve huzuru fânî varlığında ve nefsânî temâyüllerinde arayan kişi, ancak kendisini aldatmış olur. Çünkü hakikî saâdet, bitip tükenen değil, ebediyyen pâyidar olandır. Bunun için de maddî temâyüllerden gönlümüzü kurtarıp mânevî reçetelere meyletmeliyiz. Rûhumuzu nefis vadilerinin karanlıklarında yıpranmaktan kurtararak gönül ikliminin engin semâlarında kanat açmalıyız.
Bir Hak dostu şöyle buyurur:
«Gören zâhirî gözler aynıdır. Lâkin kalp gözleri farklıdır. Bu cihan âkiller için seyr-i bedâyî (ilâhî sanatı ibretle temâşâ), ahmaklar içinse yemek ile şehvettir.»
Ârifler, yâni Hak dostları her şeyde farklı bir nükte sezer ve âlemdeki hikmetleri devşirirler. Gâfiller ise, dünyada nefsânî arzularını tatmine çalışırlar. Bu şekilde kalplerindeki çatlağı daha da büyütürler.
Nasıl ki, bir radyonun frekansı tam ayarlanmadığında net bir ses gelmez ise, kalp de böyledir. Yanlış hisler, Hak ve hakîkate göre ayarlanmamış duygular, insanı gaflete ve neticede yanlış davranışlara meylettirir.
Dünyanın aldatıcı ve göz boyayıcı nefsânî çirkefliklerinden kurtularak gönlü âbâd etmek, var oluşumuzun yegâne gayesi ve saâdet kapılarının biricik anahtarıdır. İnsanın en değerli cevheri gönüldür. Zîrâ o, Hakk’ın aynası olabilme istîdâdındadır. Mevlânâ Hazretleri bununla alâkalı olarak da insana şöyle hitap eder:
«Ey heveslerine aldanan insan! Şunu iyi bil ki, rahmet-i ilâhiyyenin en büyük eseri gönüldür. Onun dışındakiler bu büyük eserin gölgesi mesâbesindedir. (Bir misal verecek olursak
__________________
[/color]

13.02.2008 - dutkmd

Gönül İkliminde Damladan Deryaya Takdim

[color=blue]Yine ninesi derdi ki:
“–Kızım, nûrlu yüzler, nûr dolu kalplerin tecellîsidir. Nûr dolu kalplerin dünyaları da, kabirleri de nûrla dolu olur.”
Bu sözleri, yeniden duyuyormuşçasına hatırlayan Şebnem, kabir deyince bir an durakladı. Ölümü hatırlatmıştı ona. Ölüm hakkında daha önce bugünkü kadar derin hisler duymamıştı. Çünkü birkaç saat önce ölümün eşiğindeydi. Aslında her doğan kimse o eşikte değil miydi?

Hayatla ölümün ne kadar yakın olduğunu düşündü. Evet, şu an ölmüş olabilirdi. İçini birden bir ürperti sardı. Ölüm, genç-yaşlı ayırmıyordu. Meselâ anne ve babası, henüz genç yaşlarında iken veda etmişlerdi dünyaya… Aynı sınıftan bir arkadaşı da geçen sene kanserden ölüvermişti.

Bu düşünceler içindeyken içeri Nûr Hemşire girdi:

“– Uyumamışsın. Oysa dinlenmelisin.”

Şebnem, gönlünde bir yıldır boş kalan yere girmeye başlayan nûr yüzlü bu Hemşire’ye kederli bir tebessümle baktı:

“– Nûr ablacığım, doğrusunu söylemek gerekirse, içimde daha büyük med-cezirler ve kazalar yaşıyorum. Hayata dair tarif edemeyeceğim bir boşluk yaşıyorum. Nasıl uyuyabilirim?”

Nûr Hemşire, sandalyeye otururken:

“– Hayat…” dedi. Devam etti:

“– Dünya hayatı, iki kapı arasında, nefsânî veya rûhânî bir sürat koşusundan ibâret... Birinci kapı, dünyaya geldiğimiz ana rahmi; ikincisi ise kabir... Hayat nîmeti, Allâh’ın, biz insanlara bir defa olarak verdiği en mânâlı emanetlerden biri... Asıl hayat olan âhiret hayatını, cenneti kazanmak için en verimli bir tarla… Fakat cennet gibi sonsuz bir saadete mukabil, bin bir imtihan ile pişirildiğimiz, olgunlaştırıldığımız bir âlem… Gurbet âlemi… Hakk’a kavuşma arzusunu hasret ateşiyle tutuşturma yeri…

Ezel ve ebed arasında bir köprü olan dünya hayatı, aslâ boşuna değil. Bu hususta Allah ne buyuruyor:

«Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?» (el-Mü’minûn, 115)
«Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık.» (ed-Duhân, 38)
«İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?» (el-Kıyâme, 36)”

Şebnem, bu can alıcı sözleri dinledikçe çok sevdiği ninesini hatırladı. Gözlerinin içi doldu. Karar verdi, hastaneden çıkar çıkmaz kabrini ziyaret edecekti. Âh bir de yalnızlığını teskin edebilseydi. Nûr Hemşire’ye itiraf etti:

“– Ablacığım, Allah kimsenin başıboş bırakılmayacağını beyan ediyor. Âmennâ... Ancak içinde bulunduğum kimsesizlik, beni çok yalnızlaştırıyor. Bu yalnızlık da, boşluğa düşürüyor. Çaresiz kalıyorum.”

Nûr Hemşire tebessüm etti:

“– Yalnızlık, boynunu bu kadar bükmesin. Bil ki, yalnızların sahibi, kimsesizler kimsesi, çaresizlerin çaresi Allah’tır. Çile ve ızdırap zamanlarında ve kimsesizlik ânında, aslında insan daha çok Allâh ile beraber olma imkânı bulur. Yalnızlıktan kurtulur böylece... Bu itibarla bir Allah dostu şöyle der:
«– Kalabalıklar içinde O’ndan ayrı kalıyor ve kendimi yalnız hissediyorum. Kalabalıktan sıyrılınca da O’nunla beraber olduğum için yalnızlıktan kurtuluyorum.»
Sonra sıkıntı ve çile dediğin ne ki!.. Hepsi gelip geçici… Üstelik onlar, ebedî bir saâdetin anahtarı… Görmez misin, her kış mevsiminde kar yağar ve toprak üstünde çiçeklerden, bitkilerden eser kalmaz. Tohumlar, karın ve toprağın altında kış boyu çileli bir yalnızlığa bürünürler. Sonra bahar gelir ve o tohumların sahibi hepsine tekrar hayat verir. Ortalık cennet bahçesine döner. Senin de bu hâlinde, hayatının bu zorlu kışında kimbilir nasıl bir bahar saklı…
Bak, Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:
«Elbette güçlükle beraber, şüphesiz bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.» (el-İnşirah, 5-6)

Zorlukta Allâh’a sığınırsan, mutlaka arkasından kolaylık gelir.”

Nûr Hemşire bu şekilde konuştukça Şebnem, ninesinin kendisiyle yaptığı sohbetleri hatırlıyor ve hemşireyi daha çok sevmeye başlıyordu:

“– Ablacığım, bunlar ne güzel cümleler... Dinledikçe içim açılıyor. İsminiz gibi kendiniz de ışık saçıyorsunuz gönlüme... Zaten sizinle tanışınca ilk olarak isminizle ilgili ninemin anlattığı mânâlar aklıma gelmişti.”

“– Şebnem, senin de ismin gibi bir kalbin var. Şebnem ismini çocukluğumdan beri severim. O da çok mânâlı... Seherlerde çiçek yapraklarından dökülen cennet kokulu damla... Mü’minlerin, yine seher vaktinde Allâh’ın huzurunda döktükleri muhabbet ve hasret damlası… Her şebnem, düştüğü toprağa hem hayat vermekte, hem de güzel bir râyiha saçmakta… Gözdeki şebnem de gönül toprağını yeşertmekte…”

Nûr Hemşire, konuşmanın burasında biraz durduktan sonra sordu:

“– Kitap okumayı sever misin?”

“– Biraz.”

“– Eğer okursan, sana bir-iki kitap vereyim. Hem kendini yalnız hissettiğinde sana en güzel arkadaş onlar olur.”

“– Bilmem ki, okuyabilirsem, olabilir ablacığım.”

“– Hayatın en büyük gıdâsı okumaktır. Onun için Allâh’ın insanoğluna ilk emri «Oku!» olmuştur. Bir diğer gıda da dinlemek... Bu sebeple büyük Allah dostu Mevlânâ, meşhur Mesnevîsine «Dinle!» diye başlamıştır.”

“– Ne kadar mânâlı… Fakat okumayı anladım da, dinlemeyi kimden, nasıl gerçekleştireceğim.”

Nûr Hemşire biraz düşündü. Sonra Şebnem’in kalbine işleyen bir sıcaklıkla konuşmasına devam etti:

“– Bu ifadelerin daha derin ve güzel açıklamalarını dinlemek istersen, bizim her hafta gittiğimiz bir sohbet var. Yunus Dede’nin sohbeti… Dilersen beraber gidebiliriz. İnsan onun sohbetindeyken sanki damladan deryaya yolculuk yapıyor. Hüdâyî Külliye’sinde her hafta sohbeti var.”

Şebnem heyecanlandı:

“– Ablacığım, beni kabul ederler mi?”

“– Elbette, çünkü orası gelenin geri çevrilmediği büyük bir gönül kapısı...”

Şebnem, yine ninesinin şefkatli muhabbetini hatırladı. Sanki o dirilmişti de Nûr Hemşire olarak onun gönül yarasını sarmaya çalışıyordu. Hani neredeyse iyi ki kaza geçirdim, diye düşünecekti. Çünkü bu hastanede başka bir şifâya, yani gerçek bir şifâya kavuşmak üzereydi: Gönül şifâsına…

Ertesi gün taburcu oldu. Ayrılırken Nûr Hemşire, ona külliyeyi tarif etti. Çarşamba günü öğleden sonra yapılacak sohbete mutlaka beklediğini tekrar söyledi. Yıllardır birlikte muhabbetle yaşamış iki kardeş gibi birbirleriyle kucaklaştılar.

Şebnem, kendisini almaya gelen teyzesiyle birlikte eve döndü. O gece Şebnem’i ilk ziyarete gelen Müge oldu. Onu karşısında gören Şebnem’in ruhuna daraltıcı bir sis çöktüyse de neşeli davranmaya çalıştı. Müge, onu sürekli nefsânî bir âleme çekmeye çalışan cilâlı vitrinler gibiydi. Müge, müjde verir gibi konuştu:

“– Geçmiş olsun kız. Mâşallah hiçbir şeyin yok!.. Çok sağlammışsın hani. Neyse, o gün arkadaşlar partide sen olmayınca çok üzüldüler. Sırf senin için taburcu olmanın şerefine bir parti daha düzenledik. Sıkı dur, bu Çarşamba günü öğleden sonra oraya gideceğiz!..”

“– Bu Çarşamba öğleden sonra mı?”

“– Evet.”

“– Bir işim var o saatlerde. Gelemem.”

“– Delirdin mi kız? Bu parti senin için diyorum. Sen olmasan hiçbir mânâsı kalmaz. Arkadaşların yüzüne bir daha nasıl bakarım ben?”

“– İşim var dedim ya!”

“– Yahu sana bir hâller olmuş!.. Bak Şebnem, o gün o partiye hiçbir mazeret istemiyorum. Her şey ayarlandı. Sana o gün özel sürprizler de hazırladık. Hem merak etme, elbise meselesini de hallettik. Geçen beğendiğin elbiseden daha güzelini hediye olarak aldık. Bir bilsen orada ne kadar çok alâka göreceksin. Hem son model arabalarla tur da atarız.”

Şebnem şaşkınlaştı. Teşekkür mü etse, kızsa mı, kabullense mi? Ne yapacağını kestiremiyordu. Kekeledi:

“– Şey ben, ben…”

“– Kızım, herhalde hastane duvarları sana iyi gelmedi. Ama yarına hiçbir şeyin kalmaz. Hadi nazlanma. Bu gençlik ve güzellik, bir daha ele geçmez. Sen tam bir artist namzedisin.”

“– Müge!”

Müge, ayağa kalktı:

“– Tamam, biraz dinlendikten sonra bir şeyin kalmaz. Haydi, bana şimdilik müsaade... İki gün sonra Çarşamba günü görüşeceğiz. En güzel günümüz olacak.”

“– Müge!”

“– Tamam dedim ya... Unutma o gün, seni bekleyen başkaları da var. Sadece ben değil. Tanıştıracağım biri var ki, anlatamam…”

Şebnem, bir anda eski girdapların cenderesine girdiğini hissetti. Boğuluyor gibi oldu:

“– Güle güle…”

Zengin arkadaşlarının kendisini bu kadar önemsemeleri, gururunu okşamamış değildi. İçinde nefsânî bir dirilme, damarlarını titretiyordu. Ancak uzun müddettir içinde ilk defa parıldayan ışığın solmasını ve sönmesini de istemiyordu. Ama arkadaşlarını ne yapacaktı? Hele verilecek partinin tek ismi olmak gibi bir ilgiye nasıl hayır diyecekti?

Birden çözülmez bir kararsızlık çöktü içine. Tam kalbinin ortasına yılan gibi çöreklendi. Derin bir of çekti.

Çarşamba sabahı olduğunda hâlâ kararsızdı. Yegâne arkadaş çevresinin kendisine hazırladığı ve kendisinin de uzun zamandır arzuladığı partiye mi gitmeli, yoksa hastahanede yeni tanışıp da çok sevdiği Nûr Hemşire’nin davet ettiği sohbete mi? Kâh: «Sohbet nasılsa her hafta, ama parti her zaman olmuyor. Bu hafta partiye gitsem, sonra da sohbete gitsem olabilir…» diye düşünüyor, kâh: «Partiye gidersem, belki bir daha sohbete gidemeyebilirim…» diye fikir yürütüyordu. Kâh da: «Sohbete gidersem, bir daha partilere katılamayacağım demektir, yoksa gülerler.» diye rûhunda çalkantılar yaşıyordu.

Bu çalkantılar içindeyken hatırladı. Hastahaneden çıkar çıkmaz ninesini ziyaret edecekti. Nasıl da unuttum diye hayıflandı. Kararsızlıkların girdabından kaçmak istercesine bir kararlılıkla evden çıkıp mezarlığın yolunu tuttu.

Ninesinin kabri başında gözyaşlarına boğuldu. Ninesinin yıllar önce söyledikleri, sanki bir mendil gibi gönlündeki yaşları siliyordu. Ninesi âdeta onunla konuşuyor, eski nasihatlerini tekrarlıyordu:
“– Kızım, benim nazlı kızım, gönül çiçeğim, aman hiç solma!.. Allah hep yüzünü güldürsün. Kızım, bunun için yönünü hep Allâh’a dön!.. Unutma ki, bir kimseyi O ağlatırsa, kimse güldüremez. O güldürürse yüzleri, kimse de ağlatamaz. Unutma! Hazret-i Ali’nin de buyurduğu gibi bu dünya bir uykuya benzer. İnsanlar ölünce uyanırlar. Bu uyanış vaktine güzel hazırlanmaya bak!
Aman kızım, sakın sokak kaldırımlarında biten ve ezilmeye mahkûm olan değersiz çiçeklere aldanma. Unutma ki istikbali Allah verir…”
Şebnem, orada bir hayli kaldı. Ninesine, ondan öğrendiği kadarıyla defalarca Fâtiha ve İhlâs sûrelerini okudu. Öğlene doğru mezarlıktan ayrılırken çıkış yolundaki büyükçe bir mezar taşında, Mevlânâ’ya ait şu yazı dikkatini çekti:

“Sen, ey ilkbahar güzelliğine karşı dudak ısıran, hayran olan kimse! Bir de sonbaharın sararmış hâline ve soğukluğu­na bak!”

“Şafak vaktinde güzel güneşin doğuşunu görünce, gurûb zamanı, onun ölümü demek olan batışını hatırla!”

“Unutma ki, insan da aynı bu mâcerayı yaşar. Kemâli ve cemâli, ze­vâle mahkûmdur.”

“Güzelliği ile iftihar eden, ay gibi parlak olan her güzelin yüzüne bak! Sonra da onun burada nasıl kara toprağa döndüğünü gör!”

“Yani sen aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki çirkinliğini ve bir binânın harâbe hâline geleceği­ni düşün de aynadaki yalana aldanma!..”

Ninesinden hatırladığı sözler ve Nûr Hemşire’nin anlattıkları ile bu ifadeler bir araya gelince gönlü tekrar kuvvet kazandı. Hele okuduğu son cümle beyninde kıvılcım hâline geldi. Tekrar tekrar parıldayan bir şimşek oldu. İçine çöreklenen gafleti ve nefsânî arzuları yaktı, yaktı. Mezarlıktan ayrıldığında artık Müge’nin davetine gitmeye dair içinde en ufak bir heves kalmamıştı. Mezarlığa bir daha bakıp kendi kendine tekrarladı:
“– Aynadaki yalana aldanma!”
Sonra da kararlı adımlarla Nûr Hemşire’nin dâvet ettiği Hüdâyî Külliyesi’ne doğru yöneldi. Yunus Dede’nin sohbetine katılacaktı. Zira, çalkantılar içindeki muzdarip ruhunu tesellî edecek, huzur ve gerçek şifaya kavuşturacak bir gönül doktoru arıyordu.

Külliye’ye yaklaştıkça gönlünü tarifsiz bir huzur kaplamaya başladı. Sanki nûrlu ninesinin hayali, kendisine tebessüm ediyordu.[/color]

13.02.2008 - dutkmd

Konular