İçimizdeki Cehennem: Öfke

İçimizdeki Cehennem: Öfke






1. ŞİDDETİN Kaynağı


Şu güzelim hayatı zehreden bir kavgadır yaşanır zaman-ı Âdem'den beri. Benlerin benliğinin hırçınlığının zıddına, Mevlâ ne kadar da halîmdir; kahretmez kavgaya tutuşmuş benleri, benlikleri...


Öfke, bir orman yangını gibi yandıkça büyüyen bir ateştir; sarar benliğinizi. Damarlarınızda kan yerine hiddetin aktığını, öfkenin duygularınızın ve egonuzun girdaplarında büyüyerek ruhunuzu sardığını hissedersiniz. Öfkeniz, hayatı koruyan ve hep var olan sınırları da aşınca, hayatınızı tanımlayan herşeyi riske etmeye başlarsınız. Gelip geçici, fani olan hiçbir şeyle tatmin olmayan duygularınız, öfkeyle tutulduğu bir girdabın etkisiyle, faniden de fena olan bir küçücük olayın içerisinde yok olur gider. Kâinatın zerrede boğulması gibi dehşetli, akıl almaz birşeydir bu.




Öfkenin bu garip yönünü düşüncelerimde tanımlamaya çalışıyordum, aklım almıyordu. Duygularımı yokluyordum, evet kesinlikle böyle bir yön, bir yöneliş vardı benim benliğimde. Yapılan hatadan çok daha büyük cezalar vermeye insanı iterek adaleti mahveden bir yöneliş vardı duygularımda. Bunun adı, şiddet, öfke, gazap, gayz idi işte.




İnsanın yaratılışında bir sükunet hali, bir merhamet duygusu vardı aslında. Öfke ise, sükunetin bozulduğu, merhametin perdelendiği durumlarda ortaya çıkıyordu. Halim ve sakin bir insanın hilm halini ortadan kaldıran, öfkeli bir mizaca sahip olan insanın öfkesini kontrol altına alamayacağı kadar şiddetlendiren, dengeli bir ruhsal yapıya sahip insanın ise tüm dengelerini altüst eden problem elbette ki tek bir bağlamda açıklanamazdı. Fakat en temel etkenleri arıyordu zihnim. Sükuneti bozarak hilm halini tahrip eden, aceleciliği tahrik ederek sabrı törpüleyen asıl etken neydi? Bu noktada, yaşadığımız sosyal yaşantı içerisinde karşı karşıya kaldığımız ve fıtratımızla bağlantısını fark edemediğimiz bazı problemler mevcut olmalıydı.




Duygularım hüzün ile öfke arasında gel-gitler yaşıyordu. Kendi küçük haklarımızın hatırı için çok büyük hukukları mahvedebildiğimize tanıklık ediyordum. Bir insan olarak benliğimizde yanan ateş ile insanlığı ateşlere salan firavunların benliğinde yanan ateşi kıyasladığım zaman dehşete düşüyor ve utanıyordum. İçimizdeki bu ateş ile insanlığı mahveden zalimlerin çıkardığı ateş, nitelik olarak tamamen aynıydı. Fark nicelik itibarıyla idi sadece. Oysa kalbim, onlarla aynı düzleme kesinlikle düşmek istemiyordu. İçimizden çıkarma imkânımız olmayan bu cehennem, hiç olmazsa Rabbimin cehennemi kadar adil olsun istiyordum. İstiyordum ki, bu ateş masumları yakmasın; yapılan haksızlıkları affedecek olgunluğu, erdemi gösteremiyorsa bile, yapılan haksızlığın gereği olan cezadan çok daha fazlasını vermeye kalkarak, hak arayışının içerisinde dehşetli haksızlıklara, zulümlere düşmesin. Aradığım şey itidaldi; içsel bir denge ve hayata yansıyan bir adaletti.




İşte bu sorgulamanın daha başındayken keşfettiğim kavramsal bir bağlantı, sorgulamanın seyrini etkileyecek ve zihnimin ilgi alanını genişletecekti. Hayat ile haya arasında ciddi bir ilişkinin varlığını keşfetmem, öfke ile haya perdesinin yırtılması arasındaki bağlantıyı da reddedilemeyecek derecede açıklıyordu:




İnsana şer alanına açık olan arzular verilmişti. İnsana verilen bu hazıra müptela yakınsak duygular, elbette ki Rabbimizin ikramı olan nimetlerden istifade edebilmemiz için oldukça gerekliydi. Hem, bu fani ve musibetli dünyada böyle yakına sevdalı duygularımız, arzularımız olmasa geçmişin elemi ve geleceğin kaygıları içerisinde hiçbir nimetin lezzetini alma imkânımız olamayacaktı. Rabbimiz bu dünyaya sevdalı arzuları, hisleri, ikramı olan nimetleri tadarken hayatın sıkıntılı yönlerini sürekli hatırlayarak ikramın içerisine gözyaşlarımız dökülmesin diye vermişti. Bu cihetlerle baktığım zaman bu arzuların dahi birer ikram olduğunu farkediyor, şükredilmesi gereken birer nimet olduğunu görebiliyordum.




Ancak insanın önüne, bu yakınsak arzular hazır nimetlere dalarak ruhun ulv' hislerini yokluk derelerinde boğmasın diye, yasaklar da konulmuştu. Hayanın günahlardan kaçınmak için bir perde, sosyal hayatın içerisinde insanın muhafazası için bir kalkan olduğunu farkediyordum. Haya perdesini gerek öfke ile, gerek şehvetlerle, yoğun arzularla yırttığınız her yer ve her anda, korunmasız ve savunmasız da kalıveriyordunuz. Atılan oklar perdesiz kaldığınız vasatlarda kalbinize saplanma riskini taşıyordu. Ve ilk okla yüreğinizden yaralanıyordunuz. Sonra gelsin öfke, hiddet. gazap, öldüren kısır döngüler... Oysa bu fecr-i kazip diyarı olan dünya hayatında sığınabileceğimiz bir kalkana ne kadar da ihtiyacımız vardı. Bu ahirzamanın hırçın yüzünün arkasında küçük cenazeler misali açık saçık fotoğrafların rolünün çok büyük olduğunu söylüyordu Risale müellifi. Bu problemde, sürekli tahrik olup doyuma ulaşamamış bir nefsin yanısıra, yırtılan haya perdesinin de rolü çok büyüktü gördüğüm kadarıyla.




Doyumsuzluk hırçınlığın temel nedenlerinden birisiydi kesinlikle. Şu ahirzaman medeniyetinde, arzuların tahriki özel bir sanat kolu olmuştu artık. Vitrinler arzuları körükleyen şeylerle doluydu. Ve hepimiz, vitrine konulmuş mankenler gibi süslenerek sosyal hayatın vitrinine çıkmamız doğrultusunda ciddi bir telkin altındaydık. Bir taraftan hazıra yönelik isteklerde ciddi bir tahrik ve zihinlere böyle olması gerektiğine dair ciddi bir telkin vardı. Diğer taraftan imkânları kısıtlı olan insanların imkânını arttırmak için hiçbir şey yapılmıyordu. Zaten dünyayı yutsa doyma imkânı olmayan arzularımız karşısında gerçekte her türlü imkân kısıtlıydı. Dünya gerçekte doyma diyarı olarak değil, ikram sahibi Zât-ı Zülcelâlin nimetlerini tadarak enfüsi bir derinlikle O'nu tanıma, gideceğimiz diyar hakkında içsel bir yakınlık oluşturmak için var edilmişti. Oysa reklamlarda dünya gerçeğin kendisi olarak sunuluyordu. Reklamı yapılan şey ise, mutluluk için insanın mutlaka ulaşması gereken yegâne gerçek olarak yansıtılıyordu. İşte tüm bu tahrikler ve sorunlar içerisinde duygularda meydana gelen boşluk müthiş bir tatminsizlik oluşturuyordu iç dünyalarda. Bu tatminsizlik huzursuzluğa dönüşüyordu. Bu hal ise gelip sosyal hayatın içerisinde ve onun temel taşı olan aile hayatında hırçınlaşmış birer nefis ve asabileşmiş birer benlik olarak sonlanıyordu.




İnsanın bir yönü bekaya bakıyordu ve bu yönüyle baki olan şeylerden başkasıyla tatmin olması imkânsızlaşıyordu. Bu bekaya aşık hisler, şu fenalıklar diyarında fani olaylarla dağılmaya yüz tutan insanın yönünü sürekli olarak bekaya çevirmek için verilmişti. Diğer yönü ise fani olan dünyaya bakıyordu. Bu ciheti itibarıyla da, fenanın içerisinde dahi lezzet alabilmesi için hazıra aşık, bekaya karşı perdeli bir donanımla yaratılmıştı insan. Bizi yaratan Rabbimizin izin verdiği dairede, bir ölçü içerisinde dünyanın bu fani yönünden istifade etmek ruhun ulv' emellerini tahrip etmiyordu. Zira, baki diyarın Rabbi olan Zât ile çelişmiyordunuz, bekanızı riske ederek tatmin yollarına koyulmuyordunuz. Fakat günahın içerisinde âlemlerin Rabbinin izni haricinde bir tatmin yolu seçtiğinizde, o haramı, bekanızı da riske ettiğinizi bilerek işliyordunuz. İşte bu, insanı mahvediyordu. Beka hisleri yaralanıyor, bir geleceği olmayan insan hazır gününü de rahatlıkla riske edebileceği tehlikeli bir zemine geçiş yapmış oluyordu.




Oysa, çöldeki serap misali, tatminsiz lezzetlerin peşinde bekanızı riske etmeye değer miydi? Bekaya aşık duygularınızı yetim, nefsinizi hırçın, kalbinizi paramparça etmenize gerçekten değer miydi? 'Gerçekleri görmezden gelip örterek geçip gidenlerin amelleri dümdüz engin arazideki bir serap gibidir' mesajını veriyordu Rabbim. 'Susayan onu su zanneder. Oysa yanına vardığı zaman hiçbir şey bulamaz' (Nur sûresi, âyet: 39) diyordu. Haramların kısa devreleriyle manev' yangınlardan başka birşey çıkmıyordu. Haram fiillerin içerisinde tatminsizlik büyüyerek artıyordu.




Buna karşılık meşru olan bir zeminde ihtiyaçların ölçülü bir şekilde karşılanması, bir perde yırtılması ile sonuçlanmadığı için, tehlikeye de meydan vermemiş oluyordu. Siz dışarıdan gelen ve nefsinize güzel gelen şeyin hatırı için haya perdesini yırtıp kapalı kapıyı kırmak zorunda kalınca, farkına dahi varmaksızın, içeriden dışarıya doğru yönelmiş olan öfkenin de önündeki perdeyi kaldırmış oluyordunuz. İçinizdeki ateşin önündeki seddi parçalayarak, istemediğiniz yangınların önünü açmış oluyordunuz.




Diğer taraftan bu yoğun arzular, hazır olanı şiddetle tercih etmek anlamını taşıyordu iç dünyanızda. Baki olan herşeyi bir tek fani lezzet için feda ettirecek derecede yakınlaştıran bir yönü vardı arzuların. Yani, şehvetin içerisinde, fani olanı baki, geçici olanı ebed', sonlu olanı sonsuz gibi görme, gösterme talimine maruz kalıyordunuz. Hangi duygu gözle görünür olanı istiyorsa, o duygunun çekim alanında kaldığınız müddetçe sonlu olanı sonsuz, geçici olanı ebed' görecek derecede yoğun bir talim yaşıyordunuz. Bu talim, yaşandığı anla sınırlı kalmıyordu elbette, yaşantınızın sonraki anlarında da takip ediyordu sizi. Bir azalma sürecine, duygularınızda bir rehabilitasyona izin vermeyen ard arda gelen tahrikler ise, yakını önemseyen duygularınızı daha da kuvvetlendiriyordu. Bu asabileşmiş duygusal zeminde maruz kaldığınız bir küçük haksızlık, fani küçük bir olay, hassaslaşan ve asabileşen duygularınızda normalin çok üzerinde bir yansımaya yol açıyordu. Neticede, barut gibi hazır bekleyen yakınsak duygularınız tahrik oluyor, baki olan hayatı ve ruhu feda eder hale geliyordunuz. Arzu ile öfkenin yolu işte tam bu noktada, sabrın bittiği ve aceleciliğin başladığı yerde buluşuyordu. Dolayısıyla, bu iki duygu birbirini besliyor ve bu ortak zeminden bir diğerine geçişler vuku buluyordu.




Bir taraftan haram arzularla haya perdesi yırtılıyor ve böylece korunmasız kalıyordunuz. Diğer taraftan hazırı tercih eden yoğun isteklerin sürekli tahrikiyle acelecilik damarı kuvvetleniyor, buna karşılık hilm azalıyor, sabır yitip gidiyordu. Neticede ölçülü hareket etme yetisini, yani itidali ve dengeyi kaybediyordunuz. Bu kayıp sadece ilgili alanla sınırlı kalmıyor; hilme, itidale ve dengeye ihtiyacınız olan her alanda ciddi bir kayıpla karşı karşıya kalıyordunuz. Öfkeyi tahrik eden küçük bir olayla karşılaştığınızda, olayla orantısız büyüklükte bir öfke açığa çıkıyor ve fiillerinize beklemeksizin dökülüveriyordu. Öldüren bir kısır döngüdür başlıyor, hayatı az-çok tahrip edinceye kadar da yakanızı bırakmıyordu. Sonra gelsin pişmanlıklar, ahlar, vahlar... Oysa acelecilik damarını sürekli tahriklerle kuvvetlendirmiş olmasaydınız, olayla orantısız büyüklükte bir öfke açığa çıkmayacaktı benliğinizde. Ve haram fiillerle haya perdesini yırtmasaydınız, öfkeniz fiillerinize beklemeksizin dökülmeyecekti. Dış dünya ile iç dünyanız arasında sapasağlam duran haya perdesi, öncelikle sizi utandırarak içe kapatacak, böylece olaydan etkilenmenizi azaltacak, diğer taraftan size kendinizi yeniden değerlendirip öfkenizi azaltmanıza imkân sağlayacak bir süreç kazandırmış olacaktı.




İnsanlık tarihinde öldürücü boyuta ulaşan ilk öfkenin arkaplanında da perdeyi yırtan bir istek vardı. Hz. Âdem'in oğlu Kabil, öz kardeşi Habil'i bu nedenle öldürmüştü. Hz. Havva bir seferde iki çocuk dünyaya getiriyordu. Bunlardan biri kız biri de erkek oluyordu her seferinde. Allah'ın emri ile aynı seferde doğan kardeşler birbirine haram kılınmıştı. Kabil ise, kendisi ile birlikte doğan kızkardeşini istiyordu. İşte bu istemenin içerisinde birinci perdeyi yırtmıştı Kabil. Kendisine itiraz eden Habil'i öldürmesi, bu perdenin yrtılmasıyla, neredeyse kaçınılmaz olmuştu. Yakını önemseyerek perdeyi yırtmış, Rabbi ile kendisi arasındaki ahdi bozmuştu. Harama meyletmesiyle, asıl insan' niteliğini yitirmişti Kabil. Ve, bir harami gibi, niteliksizce öldürmüştü kardeşini.




İmandan süzülen bir mânâ ile insanda hayat bulan haya, aynı zamanda hayatın da garantisi idi. İmanın aydınlığının ve emniyetinin perdelenerek, şehvetin her çeşidinin, yani her türden iştihanın serbestçe ilan edildiği şu ahirzaman medeniyetinde, öldürmelerin her çeşidinin de artması, elbette ki bir tesadüf değildir. Gazetelerin üçüncü sayfalarında tel'in edilen tablolarda, diğer sayfalarda tahrik edilen duyguların rolü bulunuyor. Haber diye sunulan her türden kötülüğün şehvetin şu veya bu biçiminin şu veya bu şekilde tahrikiyle irtibatını görebilsek, gördüğümüz her haram tabloya midemiz bulanarak lanetler yağdırır, hazıra yönelik her türlü duygu tahrikine karşı zaruret miktarıyla yetinip 'yağuddu min absârihim'[1] ilan eden Kur'ân'ın kalesine girerdik.




Açıkçası, akıtılan kanların ve bu yüzden akan gözyaşlarının arkasında, şehvetlerin tahrik ettiği perdesiz öfkeler vardır. Bu dengesiz ve perdesiz öfkedir ki, çağları, asırları kana bulamış, şu dünya hayatını cehenneme çeviren şiddetin kaynağı olmuştur.




Dolayısıyla, öfkeli bir mizaca sahipsek, hüzünlenmek için yeterince nedenimiz var demektir. Üzülebilmek ise, öfkemiz yeryüzüne dağılarak hayatı tahrip etmesine bedel, hüzünlü bir dua olarak gökyüzüne yükselmesi imkânını bize vermektedir.





[1] Nur sûresi, âyet: 30, 31: 'gözlerinin gördüğü karşısında utanarak başlarını eğsinler, haram nazardan kaçınsınlar.'

17/01/2004


© 2007 karakalem.net, Salih Özaytürk

Konular